06.01.2012

Sabah yeni açılmadı, galiba?

Leman Memmedova

Küçük kardeşim, annem ve ben doktorun teşhisi inceleyip nasıl bir sonuçtan bahsedeceğini bekliyorduk. Annem ve kardeşim aşırı heyecanla bekleseler de, teşhisin benim olmasına rağmen hiçbir heyecan yaşamıyordum. Sanki içime garip bir sakinlik, sükut dolmuştu. Doktorun ağzından çıkacak lafı işitmek yerine, güzel bir şarkı dinlemeyi tercih ederdim o an. Ama nihayet her  kesi merakta bırakan, doktorun yüzünü siyahlatan ve zor konuşturan teşhis kendinden söz edilmesine izin verdi. Anladım ki, benim odada bulunmam odadakileri daha çok telaşa sokuyordu. Halbuki daha önceden anlaşmıştık, teşhis sonucu ne çıkarsa çıksın doktorun vereceği haberi birlikte dinleyecektik. Bu yüzden onların telaşlarına aldırmıyormuşum gibi bir hal alıp beklenen konuşmaya kendimi hazırladım.

Doktor konuştu. Bu konuşmadan sonra hatırladığım şeyler annemin ağlayıp kendini yerlere atması, kardeşimin onu sakinleştirmeye çalışması, kendinin de göz yaşlarını tutamaması, doktorun bu manzarayı iyi biliyormuş gibi temkinli davranışlarıydı. Çok sevdiğim “super-kontik” tatlısını tadmak için cennet`te sıramı beklememe bir, en geci iki hafta kalmıştı. Ölecektim.
Ölecektim. Bir sözden oluşan  bu cümle doktorun uzun uzun tıbbi lisanla anlattığı konuşmadan çıkardığım en net sonuçtu. Ölümün sadece başkalarında doğurduğu heyecandan, korkudan haberim vardı, onun ne olduğunu tam olarak bilmiyordum. Yaşadığımız sürece kullandığımız birçok şeyin limiti vardır. Telefon konuşmalarımızda çok önemli bir konunun tam ortasındayken hattımız kesiliyor ve konuşma limitimiz bittiği için sohbet yarım kalıyor. Sonra gidip bu limiti artırma imkanımızın olmasına rağmen bu durumu sinir bozucu buluyoruz. Ölüm de böyle sinir bozucu bir durum yaratıp limitimizi yeniden artırma imkanı sunmayan fani dünyanının en acı gerçeğidir, işte. Susuyor ve gözlerimin dolduğunun daha yeni farkına varıyordum. Annem bana sarılarak öpüp okşuyordu. Ne söylediğini hatırlamıyorum. Kardeşim de aynı şeylerle beni sakinleştirmekteydi.
Haber dostlara, akrabalara çok çabuk ulaşmıştı. Doktorun odasındaki manzara artık üç günlük bir tarihe sahipti. Evimizin beni ziyarete gelenlerle dolup boşalmasına alışmıştım. Master bitirip, vatanına çalışmaya dönen eski öğrenci, arkeolog olma hayalini kaybeden gelecek ruh ve bu zamanların her ikisinde kendini mutlu edecek etkenleri arayan bir insanı ziyaret etmeye geliyordu herkes.  Bazen “bana cennetten  dokunmatik ekranlı ve gözükmeyen DVD player, ya da cehennemden şeytanın aksesuarlarından getirir misin?” diyecekleri aklıma geliyordu, bu ziyaretleri boş buluyordum. İnsanoğlu olduğum için ziyaretçi  gelmeyince de artık unutulduğumu sanıp bir nevi, ziyaretçileri özlemiş oluyordum.
Eskiden ailenin sorunlarını tartışırken çoğu zaman aralarında kavga çıkaran ev sakinleri, şimdi ben odaya girer girmez sakin konuşuyor, hiçbir şey yokmuş gibi bana gülümsemek zorunda kalıyorlardı.
Ben 26 yıl görmeye, sevmeye alıştığım, kaybetmeye korktuğum insanları terk etmekten korktuğumun, yarışmalarına hep katıldığım, kazançlı kayıplı dünyanın beni unutacağından ve bir daha yarışmalarına davet etmeyeceğinden korktuğumun farkına varmıştım. Ölmek sözü ve sahnesi beni bir türlü korkutamıyordu.
Şarkılar ruh halimizi yönetecek ve bizi etkileyecek kadar büyük güce sahiplerdir. Bir hafta geçmişti. Ben hala ayaktaydım.Bir hafta geçmişti ve ben herkesin en sevimlisi olmuştum. Bir hafta geçmişti ve ben çok sevdiğim bu hayattan kendimi soğutmaya başlamıştım. İkinci haftanın ilk sabahına uyanmıştım. Televizyonu açıp müzik kanallarından birini izliyordum. Türk rock`ının  beğendiğim grubunun klibi yayınlanıyordu. Zakkum “Anason” şarkısına yaptırdığı bu kliple az daha en çok sevdiğim müzisyenlerden olacaktı.
Derin sıkıntı hissettim. Sabah saat sekiz olduğundan hiç kimse uyanmamıştı. Anahtarları alıp evden çıktım. Telefonumu kapatmak istiyordum, ama beni merak ettiklerini bildiğim için arayacaklarından da emindim. O yüzden montumun diğer cebine de telefonumla cüzdanımı aldım. Sabah sabah evden çıkmamın nedeni içime hakim olan sıkıntı olsa da, gideceğim yerin pub olmasına karar vermememin nedenini bilemedim. Hayat pratiğimde hiç pub ziyareti yoktu. Böyle yerlere gitmeyi şahsi bünyeme sindiremiyordum. Ruhumu ağırdan satıyordum. Onu koruyordum. O sabah ise benim vücudumu bu dönek dünyada bırakıp kendi başka bir dünyaya taşınacak ruhum umrumda değildi.
Şehir publarla doluydu. Eski bir arkadaşımın konu esnasında iyi ve elit bir pubdan bahsettiğini hatırlıyordum. İsmini unutmuştum ve sabahın köründe arkadaşı arayıp rahatsız etmek istemiyordum. Fakat iyi bir pub arayarak şehri boşu boşuna gezmek de istemiyordum. Kararsızlık içinde telefonu elime aldım ve sabırla hattın öbür başından tanıdık sesi duymak umuduyla bekledim. Arkadaş hiç rahatsız olmamış gibi konuşmaya çalışsa da, uykulu olduğu  sesinden belliydi. Ben çok uzatmadan ondan pub`ın ismini ve adresini sorup kapattım. Taksi çevirip oraya gittim. Adrese, yollar trafik olduğu için bir saatte vardık. Benimle dalga geçtiğini düşündüğüm felek pub`ın kapılarını benim için açık bırakmıştı. Bununla kalmayarak, içeride benden başka birkaç ziyaretçinin de bulunmasıyla beni şaşırtmıştı. Hiç kimseyi ve hiçbir şeyi umursamayan insan hakikaten de, kendine çok güveniyor, bu özgüvenle herkesi kendi hakikatine uyduracağına inanıyor ve adımlarını daha kolay atıyor. Bu hakikati ilk defa o gün tüm çıplaklığıyla fark ettim. Hep buralarda takılıyor, buraya ilk defa gelmiyormuşum gibi kararlı bir jestle içeriye girdim. Kapı ağzında salona göz gezdirerek, bara yaklaştım. Barmenden bir bardak bira istedim. İçimde hiç beklemediğim ve beni küçük düşürecek bir sorunun yüzüme patlatılacağı hissi vardı. Barmen hiçbir tepki göstermeden siparişimi karşıma koydu. Gözleri benim gibi siparişçileri görmeye, elleri benim gibilerin siparişlerini karşılamaya alışık olan barmen için zaman ve cins farkı kalmamıştı galiba. Bu benim kararlılığımı daha da sabitleştirdi. İkinci bardağı içtikten  sonra salondaki şarkıyı dinlemeye daldım. Popüler türk sinemalarından birinin soundtrack`i olan bu parçadan aslında keyif alıyordum: “ Olmam, olamam dedim. İçlerinde duramam dedim, dışlarında kalamam dedim...” sözleriyle başlayan şarkı yüzümde  tebessüm doğurdu. Sadece tebessümle kalmayıp gülmeye başladım. Aniden durdum ve beni izleyenlerin bakışlarına aldırmadan üçüncü bardağı sipariş ettim. Birayla tanışıklığımız ilk değildi. O yüzden yalnız üçüncü bardaktan sonra hafif bir baş dönmesi hissettim. Kalkıp gitmeyi düşünüyordum ama nereye gideceğime henüz karar vermemiştim. Bu sırada bara 29-35 yaşları arasında bir erkek yaklaştı. Dış görünüşü 25`i gösterse de, yüz çizgileri yaşının daha çok olduğunu belirtiyordu. Adam bar sandelyesine tam oturmadan acelesi varmış gibi viski sipariş verdi.
Viskiyle tanışık değildik. Üç bardak biradan sonra bir kadeh de viski içmenin bana nasıl etki yapacağını umursamadan aynısından kendim için de sipariş ettim. Bu yakışıklı adam beni görmüyor ya da görmemezlikten geliyordu. Fiziği 1.79-1.80 olacak boyuna tam oturmuştu. Beyaz teninin üzerinde kendilerine çok güzel yer etmiş koyu kahverengi kaşları ve saçları , onu fırçayı düzgün kullanmayı beceren ressamın çektiği portrenin kahramanı yapıyordu. Hemen konuşma ihtiyacı duydum. Neden, nasıl başlayacağıma karar vermem uzun zaman alacağından fazla düşünmeden dedim:
Sabah yeni açılmadı galiba?
Anlamadım. Bana mı sordunuz?
Cevap vermek istiyorsanız, evet, size sordum.
Burda benden başka bu soruyu yanıtlayacak birinin olduğunu düşünmüyorum.
Ben ona doğru dikilen gözlerimi barmen doğru yöneltip hiçbir şey söylemeden cevap vermeyi tercih ettim. O da sustu. Sessizliği bozan  yine ben oldum.
Yanlış soru.
Yanlış cevap,- diye karşılık verdi.
 Ben güldüm. O da güldü. Bu gülüş hayatımda hatırlayacağım en son şey olsaydı, güzel bir anın donmuş hali olacaktı ve ben onun eriyip kaybolmasına izin vermeyecektim. Yine sustuk.
Kendimi tuhaf hissettim. İçeceklerin etkisinden olabilirdi. Komik duruma düşmemek için gitmek gerekiyordu. Kalktım. Başım döndü, yeniden yerime oturdum. Henüz ismini öğrenmediğim “yakışıklı” yanıma yaklaşarak yardım teklif etti.
Hayr,iyiyim ben. Kendim gidebilirim.
Ama biz henüz tanışamadık. Ben Toprak.
Yağmur.-dedim.
Hafif gülümseyip yerimden kalktım. Bardan birlikte çıktık. Bana hangi tarafa gideceğimi sordu. Verilecek bir cevabım yoktu.
Sabah 9`da pub`a gelip içecekleri karışıtıran birinin artık burdan nereye gideceğine karar verebileceğine inanmıyorsunuzdur herhalde?
Gelin benimle,- deyip kolumdan tutmak istedi.
Afferdersiniz, ama bu  biraz erken ve garip bir teklif olmadı mı? diyerek onun  kolumdan tutmasına izin vermedim.
Affedersiniz, ama ikimizin de sabah saat 10`da  pub`dan çıkması ve gidecekleri yerlerinin olmaması garip değil mi?
İyi de, aynı mekanı paylaşmamız aynı şekilde devam etmemizi de gerektirmiyor.
Kahvaltı yaptınız mı?-sorusuyla aniden konuyu değiştirdi.
Pub`a neden gelmiştiniz?-diye sordum.
İçmeye.
Hayr. Size oraya getiren neden ...?
İçmek isteğim.
İstediğim cevabı almasam da çok uzatmadan dedim:
Nerede kahvaltı etmeyi düşünüyorsunuz?
Gidelim.
Kore malı, 2007 model  ve benim zevkimde olmayan bir arabası vardı. Gideceğimiz yer de çıktığımız yerden 15 dakikalık uzaklıktaydı. Ona bu restorandan yemeği paket yaptırıp başka bir yere gitmek isteğimi söyledim. Yiyecekleri alıp arabaya döndük. Radyoyu açtım. “İstanbulda sonbahar” şarkısı çalıyordu. Arabanın camından seyrettiğim insanların hepsinin acelesi vardı. Benim acelem yoktu.
O an yaptıklarıma başka bir zaman, başka bir yerde olsaydım belki de anlam veremezdim. Fakat o an hala yaşıyordum. Yaşıyordum ve o an yaptığım her şey doğruydu demiyorum, ama yaşıyordum ve o an hissettiklerimin hayattaki hakkını veriyordum diyorum.
- Evet, hanımefendi! Nereye gidiyoruz?
- Trafiğin yoğun olduğu bir yerden geçelim.
- Soru sormamı ister misiniz?
- Teklifim komik olduysa, hayır. Soru istemem.
- Tamam.
Benimle dalga geçmeye devam eden felek beni yine isteğime ulaştırdı. Çok yoğun bir trafiğin kucağına düştük.      
Hadi, bize afiyet olsun!- deyip bana ait paketi açtım.
Burada mı kahvaltı yapacağız?
Bir gün arabaların korno seslerini, şoförlerin  bağırtısını, insanlığın yaşadığı bu aceleli, yoğun hayatı özleyeceğinizi hiç düşündünüz mü?
O kadar derine gitmedim. Hayır, düşünmedim.
Ben şu anda  bunları düşündüğüm için burdayız.
Telefonum çaldı. Annem arıyordu. Açtım.
Neredesin, kızım?
İyiyim ben anne, merak etme. Şehri dolaşmaya çıktım. Akşamüzeri dönerim.
Kızım, ne olur geç kalma. Kardeşin de, ben de seni çok merak ediyoruz.
Tamam anne. Merak etme. İyiyim ben.
Telefonu kapatıp sustum. O da hiçbir şey sormadı. Onun koltuğuyla benim oturduğum koltuk arasında bulunan boşlukta bir zarf gözüme değdi. Üzerinde adres yoktu.
Bu  bir mektub,- dediğinde gözümü hemen zarftan çektim.
Hayır. Ben başka fikirlere daldığım için gözümün mektuba dikildiğinin farkında değildim. Meraktan değil bu yani.
Sustu. Bir şey söylemedi ve yemeye devam etti.
Tanımadığınız birinin bu mektubu okumasına karşı çıkmaz mısınız?
Çıkarım.
Peki, beni tanıyor musunuz?
Yağmur Hanımdınız, değil mi?
Güzel espri, ama ciddi soruyorum.
Birine onu tanıyorum demeniz için ne kadar zaman sarfettiniz?
Bu sorusuna karşılık verecek bir cevab bulamadım. Çünkü, hala etrafımda olan insanları tanımaya devam ediyordum. Kimseye tam olarak tanıdığım insan statüsü veremiyordum. Daha kendimi bile iyi tanıdığımdan kuşkum vardı. Susmamın nasıl bir cevabın karşılığı olduğunu anlayıp devam etti:
İşte, ben de böyle sizi tanıyorum.
Bu mektup tanıdığınız birine mi yazıldı?
En iyi tanıdığımı düşündüğüm birine yazıldı.
Peki, neden hala arabanızda duruyor.Üzerinde de adres yok.
Çünkü, burda olursa, sahibine ulaşmış demektir.
Yani mektubu kendinize yazdınız demek istiyorsunuz?
Yine sustu ve önüne doğru baktı.
- Okuyabilir miyim,-diye ardından sordum?
- Yırtıp beni ondan kurtaracağınıza söz veriyorsanız, evet. Okuyabilirsiniz.
- Söz.
Nasıl böyle bir söz vermeye cesaret ettim bilmiyorum. Başkasının özeline hiç bu kadar meraklı olmamıştım. Hayatımda ilk defa birine ait özel mektubu merak etmekle kalmayıp onun içeriğini öğrenmek istemiştim. Mektubu açtım:

“Değerli Toprak!
Beni tanıyorsun. Kimseye zaaflarını göstermeyi sevmeyen biriyim. Zaaflarla dolu, ama hiçbir zaman bu zaaflarımın dışa yansımasına izin vermeyen biriyimdir. Herhalde birkaç gün öncesine kadar bu böyleydi. Sen hem zaafıma, hem ondan doğan günahıma şahit olmuş tek insansın.
Winter avatars
Hayatta istediğim gibi mutlu olabileceğimi düşünüyor, beni mutlu edecek şeylerin tekrarını isteyince tüm his ve düşüncelerimi ziyan ediyorum. Ben yaptıklarımın farkında değilim belki, ama kötü bir şey yaptığımın kesin farkındayım. İçimde hep Yüce Varlıkla konuşup ona yaptığım her şeyin hesabını veriyordum. O günden sonra ben içimdeki Allahın da beni terk ettiğini ve onunla konuşmamı istemediğini düşünüyorum. Ben hakikaten de, böyle  komik bir yapıya sahip insanım. Çok yanlışlarım var, hiçbir zaman telafi olunmayacak  yanlışlarım var, belki yine tekrarlayacağım yanlışlarım var ve onların farkına varınca beni işte böyle çok konuşturuyorlar. İtiraf edersem mahvolmayayım diye, bunları hep içimde konuşuyordum. Şimdiyse, seninle konuşmak gereği duyuyorum artık. Bu kendini kaybetmek korkusu, özür dilemek çabası falan değil. Sadece, senden başka konuşacak kimse yok. İyi ki, sözler bana kendimi anlatmakta az da olsa, yardımcı oluyor. Onlar olmasaydı, ben korku hissinden tamamen özgür bir insan olup, kendime kendimi affettirebilmek için hayatıma son verirdim. Beni seven kimsenin üzüleceğini umursamazdım. Mademki, içimdeki Allah`ın da benden yüz çevirdiğini düşünüyorum, neden insanların üzülmesini umursayayım? Ama korkak, aptal biri olduğum için, sana itiraf etmekle canımı kurtarmaya çalışıyorum.
Yazdıklarımın aksine beni inandırmaya çalışsan da, bundan sonra içimdeki yapı asla değişmez. İçimde yaşattığım Yüce Varlık da belki bana çok geç dönecek. Belki bundan sonra da başkalarını ağlatmaya devam edeceğim. Aynam olabilecek insan şu anda senden başka kimse olamaz diye düşündüm. Ben aynaları da kırmaktan çekinmiyorum. Kırıyorum ve geri dönüp bakmıyorum bile. Geri dönmekten korkuyorum. Hep kendini başkalarına güçlü göstermeye alışan ruhum geri dönmeyi kendine yakıştırmıyor. Bu rolünden şimdi bile vazgeçemiyor.
Bu düşünceler beni ağlatıyor. İşte, en ağır itirafım. Her gün ağlıyorum bunları düşününce. Sana bir daha onlara dönmeyeyim diye yazıyorum. Kötü ya da iyi biri olduğumu bilemem. Kendime yaptığım kötülüklerin sayısını unuttuğumu  söyleyebilirim.
Biliyor musun, o gün ne kadar içtiğim, ne içtiğim önemli değil, önemli olan yaptıklarımdı. Günah olan kalkıp düşmem, boş boş konuşmam değil, sana ve ona karşı yaptığım hatalardı. İkiniz de beni unutacaksınız, ama ben kendimden kopamayacağım. Hiçbir zaman tekrar etmesem de, size karşı yaptığım hatalar hayatım boyu içini tüketeceğim bütün kadehlerime zehir katmışlar. Sen beni anlamaktan yorulmuşsundur belki. Bu hata bana ait, onu en iyi ben hissediyorum. Ondan en çok iğrenen de benim. Bu kadar. Bu kadar değil aslında. Fazlasına söz bulamadım. Neyse... Bu kadar.
                                                                                     Hoşca kal....”

Mektubu okuduktan sonra aklıma ilk gelen soru neden kendini suçlu hissetmesiydi. Fakat aynı anda ikinci haftanın ilk sabahını yaşadığımı ve cevapları yarım kalabilecek soruların cevaplandırılmasını istemiyordum. Bu nedenle, ondan hiçbir açıklama istemedim. Mektubu aldığım yere koyup yüzümü ona doğru çevirdim. Kafasını kaldırıp bana baktı. Gözlerindeki ifadeyi okuyamıyordum, onların güzelliği ve derinliği bakışlarıyla dışa vurduğu için, ben o gözlerde hiçbir anlam aramıyordum. Kafamı  burnumuzun birbirine dokunabileceği kadar onun kafasına yaklaştırdım. Gözlerinin içine birkaç saniye baktıktan sonra onları kapadım. Onun nefes alışını dinliyordum. Dudaklarının hafifce dudaklarıma dokunduğunu hissettim, fakat bu dokunuşun öpüşmeye  çevrilmesine müsaade etmemek için gözlerimi açtım. O da açtı. Yanağımdan öptü. Bu öpücüğün sahibinin hangi dudaklar olduğunu unutmamak için gözlerimi kapayıp parmaklarımla onun dudaklarına dokundum. Belleğimde uzun süre kalması için parmaklarımı fırça gibi kullanarak dudaklarının resmini hafızama taşıdım. Yine gözlerimi açtım. Fakat bu defa o, eliyle gözlerimi kapadı. Alnımızı birbirine yapıştırıp birkaç dakika böyle burun buruna oturduk, konuşmadan. Onun kalbinin nasıl vurduğunu duyabiliyordum.
Yollar artık trafikten kurtulmuştu. Arabalar rahat hareket etmeye başlamışlardı. Toprak arabanın hızını artırarak yola devam ediyordu. Ben susuyordum. Onu özlememek için öpmedim, oysa içime şimdiden acayip duygular dolmuştu. Arabadan inmek istemiyordum. Nereye gittiğimizi sormuyordum. Bana nereye istersem oraya gideceğimizi sormasından korkuyordum. Kendisinin ne yapacağını, ne söyleyeceğini, beni nereye götüreceğini bekliyordum. Ama yine kendimi kandıran dilimi tutamadım. Ona:
Beni evime bırakır mısınız?-dedim.
Uykudan uyanmış gibiydi. Beklenmedik bir istekte bulunduğumu düşündürecek bir tarzda “tabii” dedi.
Bizim apartmanın önüne vardık. Vedalaşma vaktiydi. Ben onun gözlerine bir daha bakmaya cesaret edemeden kapıyı açıp “kendinize iyi bakın” diyerek arabadan indim. O susuyordu. Tam apartmanın kapısından içeriye girecektim ki, onun benimle vedalaşmamasından içime kötü hisler doldu. Geri döndüm. Araba hala park edildiği yerde duruyordu. Kapıyı açıp arka koltuğa oturdum. Onun yüzünü arka tarafa çevirip arka koltukta oturmama şaşkın bakışlarla bakmasına aldırmadan:
Değerli tanıdık yabancı, seni sevdiğimi söylemek için döndüm. Ben de seni böyle tanıyorum.- dedim ve mektubu oldugu yerden aldım, yırtıp arabadan indim.
O da indi. Karşıma geçip beni bir de ne zaman göreceğini sordu. Gözlerim doldu. Ona sarılıp gözümdeki tüm yaşları tüketene kadar ağlamam gerekiyordu. Bunun yerine ise, yalan uydurup onu kendimden uzaklaştımaya kalktım.
- Belki bir gün yine aynı pub`ın ziyaretçileri oluruz.-dedim.
- Ya olmazsak?
- O zaman felekle papaz olmayalım. Bugün için size teşekkür edip benim hatıramı korumanızı, varlığımı unutmanızı rica ederim.
- Seni... Seni yine göreceğim. Söz.
- Tutamayacağın sözler vermemeyi size okulda öğretmediler mi?
- Ben hep öğretilenlerin zıttını yaptım.
İkimiz de gülümseyip ayrıldık. Onun neye gülümsediğini bilmiyordum. Ben kendini kandıran karşımdaki bu insanın söylediklerine olan güvenine şaştığım için gülüyordum. O gitti. Ben eve döndüm.
Kapıdan içeri girdiğimde beni “nerdeydin?” sorusuyla karşılayan kardeşim oldu.
-Dışarıdaydım. Annem söylemedi mi?
Winter avatars- Bira kokuyorsun. Nerde içtin?
- İçmek yasağını bir hafta önce kaldırmadılar mı?
- Sinirlendirme beni. Kiminle içtin? Nerdeydin?
Annem konuya katıldı ve kardeşime:
Oğlum, sakin ol. Kendine gel. Ablana bağırdığının farkında mısın?
Evet, bana bağırıyorsun. Gerçeği iste, söyleyeyim.-dedim.
Dışarıdaydım. Bir pub`a gittim. İçtim, içtim, biraz şehri dolaştım ve evimize döndüm. Bu kadar. Nasıl olsa, üç günlük misafir değil miyiz?
Annem hemen ağlamaya başladı. Kardeşim sustu. O an kapının önünde duruyor karşımdaki bana en aziz iki insanı seyrediyordum. Biri elinde olsa pub`a gittiğim için sinirinden beni parçalar, diğeri pub`a gidecek kadar benim mutsuz olmamda kendini suçlardı. Her ikisi bana hiçbir şey söyleyemiyordu. Beni sevdikleri için, kaybetmekten korktukları için, son günlerimde mutlu olmamı istedikleri için susuyorlardı.       Sabah evden çıkarken nereye gittiğimi söyleseydim, yine de karşı çıkmayacaklardı. Öleceğimi bildikleri için yapmak istediğimi yapmaya izin verecek, böyle mutlu olacağımı düşüneceklerdi. Halbuki ölecek olmasaydım, sapasağlam olup yaşamaya devam edecek olsaydım, böyle bir şey yaptığım için bana demedikleri söz, yapmadıkları hakaret kalmazdı. Oysa sağlamken de, mutlu olmamı istiyorlardı hep. Dostlar arkasını dönüp gider, ebeveynim kahrımı çeker, kardeşim onu tanıdık bildiklerin, arkadaşlarının  gözünde küçük düşürdüğümü düşündüğü için beni dövmeye kalkardı. Oysa şimdi, benim ölümüm onların onurunu başkalarının gözünde kolayca savunacak bir mazeretdi. Artık kimse onların eğitimini yorumlamayacak, onurları da olduğu gibi kalacaktı.
Pub`a gittiğim günün sabahı tuttuğum bu günlük o bir günde yaşadıklarımın etkisiyle yazılmıştır. Evet. Yazmayı becersem de, sevdiklerimin sahip oldukları yapıyı çözmeyi beceremedim. Şu an ikinci haftamın beşinci günündeyim. Aklıma takılan bu sorunun cevabını aramak için vaktim çok daralmıştır artık.
Öleceğimi bilmeseydiler, insanlar beni  pub`a gitmeye neyin teşvik ettiğini sormadan yargılayacaklardı. Maalesef. Maalesef, bu fikir tüm aydınlığıyla karşıma çok geç çıktı ve ben artık kendimde gözlem yaparak o cümlenin oluşma sebebini araştırmak gücünü kendimde hissedemiyorum. Yoksa, kendine iki insanı – mutluluğunu paylaşmak için yakınlarının yanında olan biri ve mutsuzluğunu kimseyle paylaşamayan, bunun nedenini anlatabileceği kimsesi olmayan biri olarak  yaşayanlara mı şizofren diyorlar? sorusuna cevap arardım.

Комментариев нет:

Отправить комментарий