03.04.2012

KARINCA

 EYYUB GİYAS

Dünyanın bir ucundan bir ucuna küçük bir karınca yol almış gidiyordu. Omuzunda; dünyadaki yüklerin en büyüğü, kafasında akılların en küçüğü, bir karınca, geziyordu göğsünde dünyanın. Dünyanın bir ucundan öbür ucuna, çok uzaktı. Dünyanın bir ucu diğer ucuna benzemiyordu. Karınca gidiyordu…Gözleri dışarıya fırlamış, dünyanın dolambaçlı yollarına bakarak, gidiyordu karınca kendi ölümüne doğru, kendi ufacık, minnacık rahat, mezarına doğru, dünyanın bir ucundan öbür ucuna…

Çok uzundu bu gece,hatta uzadıkça uzuyordu bu gece. Belki gökyüzünün yedinci katında sinek, uçsaydı sesi duyuluyordu, ama duyulmuyordu, çünkü sinek falan uçmuyordu, bir de, ki; sineğin gökyüzünün yedinci katında uçmasının konumuzla ne alakası var?
Evet, dünyanın bütün sesleri içerisinde yalnız çift adım sesleri, sokak lambalarının tüy ürpertici feryadı, bir de ara sıra esen rüzgardı ki, dünya umrunda değildi…Birbirine karışan bu sesler gecenin huzurunu bozuyordu, ama yüzde yüz eminim ki sinek falan uçmuyordu, çünkü sesi… Bir de o çift adım sesleri de galiba dünyanın öbür ucundan geliyordu ve azıcık karıncanın adım seslerine benziyordu. Dünyanın öbür ucundan duyulan adım sesleri usul usul dünyanın bu ucuna yaklaşıyordu ama alakası olmasa bile sinek uçmuyordu. Dünyanın bu ucuna yaklaşan adım sesleri dünyanın bu ucunda duracaktı ki, burada Adem dedemizin sevgili evladı Gaffar efendi, tövbe- tövbe, estağfirullah, Gaffar dayı işleri bozdu.
Dünyanın öbür ucundan bu ucuna yetişen karınca azıcık dinlenmek istiyorduki, Gaffar dayı onun başucunda dikildi, bu dikilme karıncanın keyfini bozdu…Dayı geceleri zayıf görüyordu, ama kendi deyimiyle, dünyayı görerek gelmişti. O yüzden de gözlerine inanamadı, çünkü görerek geldiği dünyada böyle birşeye rastlamamıştı.Gayri ihtiyari, hanımının elinden tutarak kendine doğru çekti. Hanımıda kendi kendine “herhalde gençlik yıllarını hatırladı” diyerek durumu bozmadı, Gaffar dayı ise kendi alemindeydi, gözleriyle gördüklerine inanamamaya başlamıştı.Gaffar dayı tir tir titriyordu ve onun gördüklerini hanımının görüpde korkmaması için gayret ediyordu. Sonra ne düşündüyse hanımının yüzüne baktı ve baktığına pişman oldu, hanımının yüzü bembeyazdı, sanki damarlarındaki kan kaybolmuştu. Gaffar dayı yutkunarak eşine korkmamasını söylemek istedi ve söylediğini zenneti. Ama onun sesi çıkmadı, ya da belli değil belki de çıktı, eşi duymadı. Zaman hızla akıyordu ve gecenin karanlığında iki insan evladı düşüncesiyle korku arasında köprü kurmuştu…Ve o anda Gaffar dayı sanki vahiy geldi, kendini toparlayarak  “Ay aman”  diyerek feryad etti. Eşinin feryadından Gaffar dayı sanki kendine geldi ve o da avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı.
“Sesimizi duyan yok mu? “ Yüksek kibrit kutusunu anımsatan yan yana dizilmiş evlerin ışıkları ikibir üçbir yanmaya, pencereler gürültüyle açılmaya, uykulu kafalar gözükmeye, sesler duyulmaya başladı.
″ Ne var dayı neden bağırıyorsun? ″
″ Gaffar amca neler oluyor? ″ 
Gaffar dayı da aynı telaşlı sesle…
“  İnsenize aşağıya, birilerini arayın, gelsinler, galiba birisini asmışlar burada…“ 
                                        ......................
 Deniz bin yıllar önceki denizdi. Dalgaları da, kumları da, rengi de… Bir tek sahilde havlayan köpekler bin yılların değil, dünün öbür, günün köpekleriydi. Güneş batmak istiyordu, ama deniz gecenin gelmesini istemiyordu… Dalgaların altından uzayan şafaklar sanki güneşi tutup saklamıştı. Gün batışının son ışıkları, narin kumların üzerine düşen helikopterlerin gölgesini çizmişlerdi ve denizden baktığın zaman sanıyordun güneş yoktur, yalnız ışığı var, etrafa dağılan ışığı. Helikopterler bir hayli aşağıdan uçuyorlardı ve onların sesinden ürken köpekler havlaya havlaya sağa sola kaçışıyorlardı. Mesi de köpeklerle beraber kaçıyor ve helikopterlere ateş ediyordu kendince kurşunlardan kimi helikopterlere isabet ediyordu. Helikopterlere de alevler içinde kayboluyorlardı.
Mesi adeta savaştan zaferle çıkmış yorgun asker gibi, onunla aynı zaferi paylaşan köpeklerin arasına oturdu ve uzaklaşmakta olan helikopterlerin arkasından,
“ Eşek sıpaları, korkup kaçtılar. Sizin … “
Sonra onu koklayan köpeklerden birisinin kafasını okşayarak,
“ Aslanım benim, koçum benim… Erkekmişsin, korkmadın… “ dedi.
Ama Mesinin sevdiği kopek erkek değil, dişiymiş, Mesi bunu farkında bile değildi. Köpek durmadan Mesi yi kokluyordu, herhalde ondan savaş arkadaşı olarak teşekkür yemeği bekliyordu. Mesi cebinden sigara paketini çıkararak bir sigara yaktı, dumanını köpeğin yüzüne üfledi. Köpek hapşırarak oradan uzaklaştı. Artık hava iyice kararmıştı, deniz insanı ürkütüyordu, ama Mesi “insan” değildi ve dünyanın hiç ama hiç umursamıyordu. Bu yüzden Mesi korku nedir bilmeden sevgili arkadaşlarıyla temiz havanın tadını çıkarıyordu, bir deniz havasını bir sigara dumanını içine çekerek keyif alıyordu. Köpeklerden birisi onun bohçasını koklamak isterken Mesi onu yanına çağırdı.
“ Aptal, orda sana göre birşey yok, gel buraya. “
Mesi’ nin bohçasında gerçekten kopek için hiçbir şey yoktu. Bohça her zaman olduğu gibi, tankla, panzerle, otomatik silahlarla doluydu, onu sırtına alarak bütün şehri dolaşıyordu Mesi bohçasını kendinden çok seviyordu,, hayatı bu bohçadan çok daha acıklıydı ve bu bohça sayesinde güçlüydü, yenilmezdi. Bohça sayesinde Mesi’ ye bir Allahın kulu yaklaşamıyordu. Mesi sigara dumanını içine keyifle çekerek deniz dalgalarını seyrederken sahilden motor gürültüsü, polis arabasının siren sesi duyuldu ve bu ses Mesi’ nin yanına yaklaştı, sustu. Polisler arabadan iner inmez Mesi’ nin çevresini sardılar. Köpekler de bu sesten ürküp kaçtılar. Polislerden birisi daha iri yapılı olanı Mesi ile dalga geçerek,
“Hayr’ol, akraba toplantısı mı yapıyorsun ? ( köpekleri kastederek)”
Mesi hiç kafasını kaldırmadan,
“  He, sizin yüzünüzden nerdeyse toplantıyı iptal edecektik, iyi ki geldiniz. “
Memur bozulduğunu belli etmeye çalışsa da beceremedi, bağırarak,
“Saçmalama hadi bin araba.
Mesi bohçasını sırtına alarak arabaya doğru gitti. 
“Senin işine son vereceğim, seni süründüreceğim. Amirine karşı mı geliyorsun?”
Mesi çok kızdı. Arabaya oturdular ve siren sesiyle, motorun gürültüsüyle gecenin sessizliğini bozarak oradan uzaklaştılar.Köpekler de arabanın arkasında havlayarak koşmaya başladılar.Arada siren sesiyle ışıklarda bile durmadan, sanki azılı bir katil götürürmüş gibi, karakolun önünde durdu.Memur Mesi’ nin kapısını açarak kibarca ama dalga  geçercesine,
“ Buyurun amirim, inebilirsiniz.”
Mesi silah dolu bohçasını sırtına alarak arabadan uzaklaştı.Memur önden giderek müdürün odasının önünde durdu, Mesi’ ye beklemesini işaret ederek kapıyı çaldı.
“ Müdürüm, girebilirim miyim?”
Komiser kafasını kaldırarak memura baktı,
″ Patron mu?“
″ Evet müdürüm!“
  ″ Cebi de geldi mi?“
″ Evet, müdürüm!“ 
″ Gelsin!“
Memur dışarıya çıktı, Mesi’ ye içeriye girmesini söyledi ve müdürün işaretiyle odadan çıktı. Mesi müdürle karşı karşıya oturdu. Ceplerini masanın üstüne boşaltmaya başladı. Cepler doluydu. O ceplerini boşaltırken müdürün ne kadar paranın esiri olduğunu bir daha ispat etti.
″   Galiba işler yolunda? ″
″ Sana ne…″
″ Saçmalama, tamam…″
Mesi cebindeki paraları son kuruşuna kadar boşalttı. Müdür şaşkınlığını daha fazla gizleyemeden,
″ Ulan bu kadar parayı nereden buldun? ″
″ Güle güle harca, ben gidiyorum. ″
Müdür sertleşti,
″ Tamam, hepsi ne kadar? ″
″ Çok, hiç harcamazsan  bir asır yeter. ″
Müdür paraları saymaya başlarken Mesi’ ye de kapını anahtarla kapatmasını söyledi. Mesi kapıyı kapattıktan sonra müdürün parayı topluyan ellerine, sevinçten nerdeyse dışarıya fırlamış gözlerine, yüzüne bakarak keyif alıyordu. Müdür paraları topladıktan sonra ceketinin iç cebine soktu,bir kaç kuruşta Mesinin cebine sokmak istedi ki. o izin vermedi, Müdür; 
″ Aptallık etme, harcarsın. ″
    O anda kapı çalındı, müdür dışarıda yabancı birisinin olduğunu anlayarak,
″ Şerefsiz, seni bir daha sefil sefil dolaştığını görmeyeceğim, faydalı işlerle uğraş. ″
   Mesi faydalı bir iş yapsaydı Mesi olmazdı zaten…
″ Gençlerimiz cephede düşmanla savaşıyor, şehit oluyorlar, sen ise dilencilik yapıyorsun, bari bu millete acı, bıkmışlar senin saçma sapan sözlerinden. ″
Hiç kimse Mesi’ nin saçma sapan sözlerinden bıkmamıştı, Mesi onları bıktırsaydı zaten Mesi olmazdı…
″ Bak, sana  son defa söylüyorum, ″
   Yalan konuşuyordu, her fırsatta böyle diyecekti…
″ Faydalı işlerle uğraş, vatana, millete hayırlı evlat ol. Bizden örnek al, canımızı bu millete feda etmişiz ve etneye devam edeceğiz. ″
   Yalan konuşuyordu, feda etmezdi, etseydi zaten müdür olmazdı. Müdür Mesi’ ye bağıra bağıra onu kapıya kadar götürdü ve kapının arkasındaki yaşlı amcayı içeriye davet etti. Mesi merdivenleri inmeden yaşlı amcaya,
″ Bana salak diyor, halbuki kendisi salak, görüyorsun amca, kimlerle uğraşıyorum, ben şimdi bunu ne yapayım? ″
Mesi nöbetçi memurun oturduğu kulübenin yanından geçerken kendini tutamadı, memura bakarak,” kopek ol, eşek ol, ama insan  olma…” dedi.
Nöbetçiler de onu gördükleri an yudumladıkları çayı yarım bırakarak Mesi’ ye koştular.
″  Patron, biraz para versen, hiç siftahımız yok…″
″  Çok ihtiyacım var, patron…″
Mesi memurun ensesine hafiften bir tokat atarak elini ceketin cebine soktu ve az once müdürün zorla onun cebine soktuğu paraları çıkarıp memura doğru fırlattı. Memurlar hızlı bir şekilde paraları yerden topladılar ve onlardan bir hayli uzaklşan Mesi’ ye,
″  Sağol, patron…″
″ Büyüksün, patron…″
… Bunun gibi laflarla ne kadar yalaka olduklarını bir daha ispatladılar. Bu hale gelmeleri onları hiç de üzmedi, tam tersi, yarım kalmış çaylarını yudumladılar.
Mesi hiç arkaya bakmadan tekrar polis arabasına bindi ve araba sinyal vererek karakoldan uzaklaştı. Şehrin merkezinden geçerek dar, delik deşik sokakların arasında eski mahalledeki bir binanın önünde araba frenledi. Burası Mesi’ nin mahallesi, onun evi. Mesi ağır ağır arka kapıdan indi, kapıyı kapatırken şöför polise,
″ Yarın, sabah 7’ ye kadar serbestsin, keyfini çıkar…″
Mesi merdivenlerden yukarıya doğru çıkarken her komşunun kapısı önünde  soluklanıyordu ve aynı zamanda kimin nasıl bir komşu olduğunun tarifini veriyordu kendi kendine. Mesela, börekçi Enver’ in kapısında şunları söyledi,
″ Yağda kızartılmış patatese, peynire kanaat edilmiş, anormal pahalı fiyata sahip, undan yapılan börek sayesinde köşeyi dönen yaratığa Enver denir. 
Veya, Enver’ in komşusu II. Dünya Savaşı Gazisi  Gaffar Efendi’ nin kapısına bakarak;
“Hitler’e lanet, Stalin’ e rahmet, Sovyetler cennettir” diyen büyük demogoji üstadına Gaffar denir.
   Sonra Mesi bir kat yukarıda dul Nazlı’ nın kapısına baktı, derin bir ah çekerek,
″ Nazlı eşittir güzel beden, beden eşittir taban, taban eşittir yatak yorgan. ″
Mesi Nazlı’ nın kapısında aldığı nefesi bir kat yukarıda gazeteci İlgar’ ın kapısında verdi. Ağzını açtı, bir şeyler söylemek istedi, ama durdu. Kafasını sallayarak, “Bu da bizim deli”  dedi.
Kendi kapısının önünde durdu ve kapıyı çaldı, ama kimse açmadı. Sonra paspasın altından anahtarı alarak cebine koydu, açık ( her zaman açık) kapıyı iterek içeriye geçti. Mutfaktaki su şişesini ağzına dayadı ve keyifle içti, ceketinin koluyla ağzını sildi, salona geçti.Televizyonu açtı, eskilerden kalma koltuğa oturdu, en son onbir sene once çalışan televizyon her zamanki gibi simsiyahtı, susuyordu.Mesi simsiyah ekrana bakarak uykuya daldı. Mesi tatlı bir rüya gördü…
…Dünyanın öbür ucundan ufacık bir karınca ona doğru geliyor. Karınca geliyor, geliyor ve Mesi’ nin yanına vardığında polis müdürüne dönüşüyor. Mesi karıncaya dikkatli bakıyor ve görüyorki, hem müdüre benziyor, hem de benzemiyor, O yüzden benziyor ki, kafası polis müdürünün kafasıdır,apoletleri -yine de müdürün apoletleridir, ama kanatları var müdürün.Karınca müdür kanatlanıp uçmak istiyor, Mesi de zıplayarak onun sırtına biniyor ve beraber uçuyorlar.
Karınca “gak” dediğinde Mesi onun cebine para sokuyor. Mesi’ nin parası bitiyor ve bu sefer elbiselerini müdürün cebine sokuyor ve sonunda kendisi de müdürün-karıncanın cebine giriyor, boğulmaya başlıyor…
Mesi telaş içinde uykudan uyandı, zorla nefes alıyordu, sanki birisi onu boğuyordu. Kapının çalındığını hissetti, esneyerek, kapıyı açtı. Gazeteci İlgar’ dı, kapı ağzından kuzu kuzu ona bakıyordu.Mesi gülerek kafasıyla içeriye geçmesini işaret etti.İlgar da güldü, istemeden içeriye geçti.
″  Beyefendi, iyi ki geldin. ″
″ Azıcık paraya sıkıştım da…″
   Mesi gülerek,
″ Senin paraya sıkışmadığın gün var mı ki? ″
   Daha sonra pantolonun cebinden 365 manatı çıkararak İlgar’ a uzattı.
″  Helal ediyorum. ″
″ Yok yok, asla olmaz, önümüzdeki ay mutlaka geri vereceğim, ″
″ Tamam tamam verirsin, hele geç otur…″
″ Yok çok sağol, Mesi… Çok işim var, başka zaman inşallah. ″
″ Güle güle…″
Mesi kapıyı kapattı. Koltuğa oturdu ve az once gördüğü rüyayı düşündü.Çok yorgundu ve bu yorgunluk onu uykuya götürdü.Mesi uyudu… Uyudu ki, sabah olsun, uyudu ki zaman geçsin. Ve yüzde yüz emindi sabah olacak.
İlgar bir kat aşağı, kendi dairesine girdi. Mesi’ den aldığı paraları masanın üzerine koydu, ellerine birbirine sürterek derin bir oh çekti,
″ Yemezsem hayatımın sonuna kadar bu paralar bana yeter. ″
İlgar masanın üzerindeki, paralara tiksinir gibi baktıktan sonra mutfağa geçti, buz dolabından ekşimiş yoğurt şişesini çalkalayarak önüne koydu. Sanki limon yer gibi ekmekle yemeğe başladı. Arasıra masanın üzerindeki paralara bakarak acı acı gülüyordu.
İlgar çağımızın uzman gazetecilerindendi.Ünlü bir dergide muhabir olarak çalışıyordu. Ama bir zamanlar bu derginin genel yayın yönetmenliğini yapmıştı. 
…Ve şu anda bu büyük dergide çok küçük bir gazetecidir, ufak işlerle uğraşıyor. Zamanında sayılı gazetecilerdendi.Onun eleştirerek yazdığı makaleler bazılarını rahatsız ediyordu ve tanıdık arkadaşları bunların farkındaydılar, onu çok uyardılar, ama umursamadı, “çok sivri dilde yazma,zamana ayak uydur” diyorlardı.Hiçbir faydası olmadı.Ve çok güzel bir gün onu büyük bir binaya davet ettiler, “işten ayrılma dilekçesini sen kendin mi yazacaksın, yoksa bu işi biz mi yapalım? “ dediler.
İlgar hiç üşenmeden dilekçeyi yazdı ve o büyük binanın büyük odasının büyük masasına bıraktı, masanın arkasındaki büyük adama imalı bakarak güldü. İlgar o büyük odadan çıkarken o büyük masanın arkasındaki o büyük adam İlgara seslenerek “bir şeye ihtiyacın olursa,çekinme,-dedi.Çünkü o büyük adam onun çok büyük bir gazeteci olduğunu biliyordu ve ona hayrandı.İlgar hiçbirşey söylemeden odadan ayrıldı. İki üç ay işsiz dolaştı.Bir kaç gazeteye iş istemiyle başvurdu, cevap olumsuz.Ufak dergilerde müdür olan eski arkadaşlarına da işi için ricada bulundu, ama bu arkadaşları onu güle güle yolcu ettiler. Çünkü bu arkadaşla bir zamanlar İlgar’ ın hedef tahtasında asılmış vaziyetteydiler, o yüzden İlgar’ ın arkasından şimdi de gülüyorlardı.
İlgar çaresiz yine o büyük binaya geldi, o büyük masanın arkasında duran o büyük adamın çok güzel sekreterinden randevu aldı ve o büyük adam çok geçmeden kendisi bekleme odasında İlgar’ı ziyaret etti.Onu kucakladı, içeriye davet etti ve sekretere kahve getirmesini söyledi, bir de kimseye randevu vermemesini sözlerine ekledi.
İlgar çekinerek odaya geçti, büyük koltukların birinde oturdu. O büyük adam gelmiş geçmişlerden konuştu, hatta bu zamana kadar neden ona uğramadığı için üzüldüğünü söyledi.
Ve o büyük adam sekretere, bir zamanlar İlgar’ ın müdür olduğu derginin, şimdiki müdürünü aramasını emretti. Az sonra o büyük adam derginin müdürüne “ sana çok sevdiğim bir arkadaşımı gönderiyorum, ona iy davran” diyerek talimat verdi. İlgar da iyi davranmanın manasını – en az müdür yardımcısıdır-diye anlamıştı. Ve İlgar o büyük adama teşekkürlerini sunduktan sonra hiç zaman kaybetmeden eski müdür olarak çalıştığı dergiye koştu. Eski iş arkadaşlarıyla selamlaşarak bir zamanlar kendisinin oturduğu, her sabah kendisinin açtığı, her akşam kendisinin kapattığı o tanıdık kapıya yaklaşarak, bir zamanlar sıradan bir muhabir olarak yanında çalışan iş arkadaşı, şimdiyse genel müdür olarak maaş alan arkadaşının kapısını çaldı. Arkadaşı onu sıradan bir vatandaş olarak içeriye davet etti. Müdür arkadaşı hiç kendini bozmadan;
″ Biliyorsun, bu aralar işler kötü, ama “Birisi” ‘ nin hatırı var, o aradı, yoksa hayatta iş bulamazdın. Muhabir olarak düşünüyorum seni…″
İlgar hiç düşünmeden evet dedi  ve o günden bu güne yani  onbir yıl yedi ay onüç gündür o büyük adamın büyük iyiliği sayesinde muhabir olarak çalışıyordu. Gerçi bu iş sayılmazdı, yaptığı iş, birilerinin yazıda yapmış oldukları hataları düzeltmek, başkalarının yerine makaleler yazmaktı. İlgar artık eski İlgar değildi, o unutulmuştu, hiç kimse onu hatırlamıyordu, hiç kimseye gerekmiyordu. Ve bunu kendisi de çok güzel biliyordu. O isteseydi yine yazardı, ama yazmıyordu. Çünkü yazılarının basında yer almayacağını biliyordu.
 İlgar’ ın yazıları yayınlansaydı Mesi’ den borç para almazdı. İyi ki Mesi vardı bu fani dünyada, aksi halde o da Mesi gibi dilenci olacaktı. Enver ise milyonları olduğu halde ondan para isteseydi “ Vallahi yok- diyecekti”. Komşu Gaffar efendiden de alabilirdi, ama istemiyordu, çünkü Gaffar effendi emekli maaşıyla kendisi zar zor geçiniyordu. 
İlgar  Nazlı’ dan para istemeye korkuyordu, ama onun parasının olduğunu biliyordu ve o isterse ona yok demeyeceğini de biliyordu. İlgar arzu etseydi Nazlı onu krallar gibi yaşatırdı, ama istemiyordu. Çünkü bir zamanlar Mesi ona “ Nazlı seni yer” demişti ve İlgar çok korkmuştu.
İlgar Nazlı’ nın onu sahiden yiyebileceğini biliyordu, bunları düşündüğü zaman evine gitmek istemiyordu. Nazlı ise kafasına koysaydı İlgarı çoktan yemişti bile. Herhalde istemiyordu.
İlgar’ ın borç alacağı en ideal kişi Mesi’ dir. Allah’ ın Mesi’ si. Çünkü Mesi İlgar’ a borç değil bağış yapıyordu, nedeniyse İlgar eski İlgar olsun, adam olsun, yine eskisi gibi korkmadan yazsın ve ondan para dilenmesin. Mesi ona iş bulmakta da yardımcı olurdu, onu çok seviyordu. O Mesi’ ye göre dünyadaki insanlardan en temizi, lekesiz Adem evladıydı. Fakat İlgar Mesi’ den sadece borç alarak para istiyordu.
İlgar yoğurtla ekmek yiyerek televizyon izliyordu ve televizyonda dünyanın neresindeyse (herhalde üzerinde) müslümanlar yine birbirlerini öldürüyorlardı. Haberlerden sonra konser başladı. Aşık türküleri İlgar bu tarz müzikten hoşlanmasa da televizyonu kapatmaya üşendi. Aşık sazının sesi bütün odayı sardı ve İlgar o an Köroğlu Destanı’ nı hatırladı. Köroğlu’ nun savaş sırasında bile saz çalarak şarkı söylemesi ona çok saçma geliyordu.Düşman sana oklarla, kılıçla saldırıyor, sense saz çalarak türkü söylüyorsun, ne kadar romantik değil mi ?! Tabi ki bu bir halk destanıdır, halkın uydurmasıdır ve halkın onu çok sevdiğini de biliyordu.
Müziği dinleyerek İlgar eski gazetecilik günlerini hatırladı. Daha sonra kendini toparlayıp çantasından bir yığın kağıt çıkardı, onları okuyarak kontrol etti. Televizyon programı da bitti, sunucu kız seyircilerle vedalaştı ve evine gitti, İlgar ise bir yığın kağıdın içerisinde yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Zaman uzadıkça uzadı, saatler geçti ve İlgar Mesi’ nin mahalleden gelen bağırtısına uyandı, “Dünya böyledir işte, Gaffar dayı , atalar boşuna dememiş, eşek çalışır at yer! Bak dayı, benim soruma erkekçe cevap ver, Rus- Alman savaşında senin ne işin vardı, neden ve kimin için savaştın? Almandan yana olsaydın şimdi krallar gibi yaşıyorduk, evimizde Bayern birası içiyor olacaktık. Ruslar, için savaşmak sana mı kaldı. Şimdi de nereye gidiyorsun, ben gaziyim! Bıktırmışsın herkesi ben her zaman demişim şimdi de diliyorum, Allah Hitler’ e rahmet eylesin.”
Hitler ismini duyduğu an Gaffar efendi çoksinirlendi ve kendini fazla tutamadı, Mesi’ nin gırtlağından yapıştı,
″ Aptal aptal konuşma, çarpılırsın, "
dedi ve Hitler’ i lanetledi. Ellerini Mesi’ nin gırtlağından çekerek devam etti.
″ Sen ne söylediğinin farkında mısın,20 milyon insan boşuna mı öldü? ″
″ Söyleyeyim mi? ″
″ Yoo !
 ″″ Yok,söyleyeyim,20milyon insan neden öldü,çünkü bu 20milyon sovyetlere 
gerekmiyordu
1937 de bir kısmını, 1941 de de bir kısmını… Anladın mı? 
″ Yalan söylüyorsun,Sovyet vatanımız tehlikedeydi,o 20milyon vatan üçün şehit oldu.
-Yok Gaffar dayı, o filmlerde öyledir, sadece filmlerde.Sovyet vatanı dediğin şeyhaşere dolu
beyinlerin düşündüğü büyük maksatlar için yazılmış bir cümledir. Aslında emperyalizm ve onun köleleri mevcuttur. Senin gibi düşünenlerse bu emperyalizmin en sadık kullarıdırlar. ″
Gaffar efendinin kalbi sıkışmıştı. Elini kalbinin üzerine koyarak tabureye oturdu. Mesi ise mahalleye gelen polis otosuyla oradan uzaklaştı, İlgar işe gitmek için hazırlanıyordu.
Börekçi Enver pazar önünde börek satıyordu.Gaffar efendi, Gaziler dükkanında yoğurt almak için sıra bekliyordu, ama bugün yine yoğurt alamayacağını bilmiyordu.
Nazlı her zaman yaptığı gibi süslenip püslenip balkondan gelip geçenleri seyrediyordu.
İlgar gazetede yönetmenin odasında oturuyordu ve onun iri dişlerine bakarak ne kadar da dozan kurduna benzediğini düşünüyordu.
Mesi polis arabasıyla dolaşıyordu ve nerede bir dilenci görse arabadan inerek birşeyler söylüyordu.Mesi iri yarı bir dilencinin yanında arabayı durdurdu, dilenciye yaklaştı. Dilenci onu gördüğü an koltuk değneklerini alarak koşmaya başladı. Değnekler ağır olduğundan onları bir kenara atarak daha hızlı koştu. Mesi’ den kurtulamayacağını anlayıp yere yığıldı ve bağırmaya başladı.
″ Yardım edin, yardım edin, beni öldürecek! ″
   Az zamanda kalabalık oluştu. Hiç kimse neler olduğunu daha anlamış değildi.
″ Ulan pezevenk sana burda dilenmemeni söylememiş miydim.? ″
   Birkaç tekme vurduktan sonra devam etti,
″ Hayvanoğlu hayvan, buranın kimin mıntıkası olduğunu bilmiyor musun? ″
   Aşağıya doğru eğildi, adamın suratına tükürerek, 
″ Arabaya otur!  ″  dedi.
 Adam uslu uslu arabaya bindi, Mesi de onun yanina oturdu ve kapiyi hizli bir şekilde kapatti. Şöför polis Mesi’ ye,
″  Nereye? ″  diye sordu
″ Yerimize! ″   Diyerek bir sigara yaktı. Araba alarm lambalarını yakarak oradan hızla uzaklaşarak sahile doğru yol aldı. Dilenci adam arabanın sahile doğru gittiğini görünce bağırmaya başladı. Mesi’ nin aldırmadığını gördüğü anda yumuşadı, yalvarmaya başladı. Araba sahilde durdu. Mesi kapıyı açtı, once kendisi arkasından da adamın yakasından çekerek arabadan indirdi. Adam arabadan iner inmez Mesi’ nin ayaklarına kapandı.    
″ Sana yemin ederim, bir daha yapmam, bir daha nereyi diyorsan orada dileneceğim. Beni içeriye tıkma, yalvarıyorum, kurbanın olayım. ″
″  Kalk ayağa, az da olsa erkeklik göster, gerçi o sende ne gezer, yavşak! Ulan it, sana Şişkoyla yerinin değiştiğini söylemedim mi? Şimdi iyi dinle, sabahtan seni Şişkonun yerinde görürsem o zaman… ″
″ Kurbanın olayım, sen her zaman bize büyüklük etmişsin, senin sayende geçiniyoruz, şimdi zulmetmek mi istiyorsun bize? Söylediğin yerde ben aç kalırım o kadar avantayı toplayamam. ″
″ Dinle bu sana göre çok daha hafif bir cezadır, seni daha beter etmediğime şükret. Hadi şimdi toz ol ve söylediklerimi unutma. ″
   Mesi arabaya oturdu.Adam arabanın uzaklaştıktan sonra ayağa kalktı ve,
″ Bu na da şükür! ″ dedi, ″ çok şükür.  İyi kurtuldum o kansızın elinden. Bir şeyler yapmam lazım, bugün hiç siftahım yok. ″ Birden koltuk değnekleri aklına geldi. Artık birşey yapamazdı. Üzüntüyle oradan ayrıldı.
Mesi şehre varmamış arabadan indi. Şehitler mezarlığına yürüdü. Sigara yaktı. Gözünün yaşını sildi. Bu göz yaşı sigara dumanından mı, dertten mi, onu anlayamadı.
Ne fark eder. Mesi zaten sigarayı dertten içiyordu. Bu şehitliğe de derdinin büyüklüğünden gelmişti. Mesi tanıdık bir mezarın yanına oturdu, bohçasını açtı, içinden tankları, panzerleri, el bombalarını çıkardı ve için için ağlamaya başladı,
″ Allahım, bu millet ne zaman adam olacak, Aallahım! Dilenci böyle, okumuşu böyle, cahili böyle, nazırı böyle, büyüğü böyle, küçüğü böyle! İçlerinde yok mu erkekçe bu duruma dur diyecek bu durumları düzeltecek? ″
Ve böylece Mesi orada çok konuştu, çok küfürler etti, çok ağladı. Ama içi doluydu, daha boşalmamıştı. Daha sonra silahları tek tek bohçaya doldurdu, şehrin sokaklarında kahkaha atarak tur atmaya ve her zaman söylediği o meşhur kelimesini söylemeye başladı,
″ Eşek çalışır, at yer! Dünyada akıl verene küfür ederler, ekmek vereni yerler ! Erkek adamın parası olur, arabası olur, oturmaya sandalyesi olmazsa da yine erkektir. Sen bana ismini söyle, ben sana isminin ne olduğunu söyleyeyim. ″
Ve Mesi şehrin uzun caddelerini dolaşarak, unutulmaz, çok sevdiği kelimesini söyleyerek, sahile varana kadar, kimsesiz sokak köpeklerine ulaşan akadar konuşmasına devam etti ve konuştukça gençleşti, dertsizleşti, sakinleşti.
Mesi sahilde köpeklerle yanyana oturarak bildiği şiirlerden yüksek sesle okumaya başladı, kendi şiirlerini tabiki... Ve az sonra şehrin bütün dilencileri bu sahilde toplanacaklar, herkes kendi payına düşeni, Mesi’ nin dediği gibi avantasını ona verecekler. Mesi de paraları aldıkça onların ne kadar şerefsiz, ne kadar haysiyetsiz olduklarını yüzlerine haykırarak keyif alacaktı. Dilenciler gittikten sonra da polis arabası gelecek, beraber karakola gidecekler.Ama şimdilik Mesi sahilde köpeklerin yanındaydı ve dünyanın bu ufacık noktasında Mesi’ ye en yakın, en doğma ikinci bir canlı mahluk yoktu.
Gaffar efendi erkenden askeri şubeye gitti. Saat daha 8 olmamıştı, orada bekçiden başka kimse yoktu. Gaffar efendi Rus-Alman savaşında kahramanlık göstererek kazandığı madalyonların hepsini yakasına takmış ve akşamdan karısıyla komutanla ne konuşacağının provasını yapmıştı. Sebepse; biricik oğlunun askerlik çağına gelmesi. Onun tek varisi, biricik oğlu artık büyümüştü. Topraklarımızın bir kısmı işgal altındaydı, savaş hala devam ediyordu ve oğlunu da, Allah korusun, savaşta kaybedeceğinden korkuyordu. Gaffar efendiye kalsa, oğlunun askere gönderilmemsi için ve demişler k, o askere giderse  biz kendimizi öldürürüz.
Neyse, Gaffar efendi ykasınada madalyonları, gözünde eski kırık gözlüğü, cebinde otuziki manat parası, şubenin önünde bekliyordu. Yakasındaki madalyonlara çok güveniyordu. Nöbetçi Gaffar efendiye yaklaşarak,
″ Dayı, dur sana bir çay getireyim beraber içelim. ″
   Gaffar efendi nöbetçinin kulübesine girdi.
″ Allah senden razı olsun! ″
Şubenin şu an için tek komutanı Gaffar efendiye çay koydu, o da hemen çayı yudumlamaya başladı.
Nöbetçi;
″ Hayırdır, sabah sabah erkenden burdasın!  dedi.  ″    
 Gaffar efendi cevap verdi;    
″ Önemli, çok önemli işim var. Oğlumu askere çağırıyorlar da, komutanla görüşeceğim. ″
Nöbetçi Gaffar efendinin uykusuz, kızarmış, çukura düşmüş gözlerine baktı, ona açıldı ve sordu.
″ Cebinde neyin var dayı? ″   
   Gaffar efendi şaşırdı, elini cebine soktu, otuziki manatı çıkardı.
″  Çok şükür Allahıma, ″   dedi
Nöbetçi ezilmiş paraları görünce imalı imalı güldü, ama bunu belli etmedi. Bir sigara yaktı ve devam etti. 
″ Faydası yok, götürecekler, hem de Karaboğa götürecekler. Evladından bıkmadıysan beş altı bin koy cebine, gir şefin odasına, paraları masanın üzerine, bu iş bitsin, aksi taktirde gidecek. ″
Gaffar efendi sinirlendiği zaman göz kapakları atıyordu, kendini sakinleştirmede çalıştı, ama beceremedi. Nöbetçinin yakasından tutarak,
″  Şerefsiz!  dedi, ben Berlin’ e kadar savaşarak gittim, yüz kere ölümde döndüm, bir it oğluna rüşvet vermedim, vermem de! Ben... Gaziyim,  benim lafım geçer!... Beni duyan birisi çıkar! ″  dedi. 
Gaffar efendi çok konuştu, çok bağırdı, nöbetçiyse söylediğine bin pişman oldu. Ve saat dokuz oldu, siyah “ GAZ-31“ markalı makam arabası askeri şubenin önünde durdu, uca boylu, iri yapılı bir albay arabadan inerek yavaş adımlarla şubeye girdi. O saatte Gaffar efendi de birkaç arkadaşıyla beraber bekleme odasındaydılar. Komutan onlarla merhabalaşarak makamına girdi. Sekreter kız masasının üzerinden dosyı alarak komutanın arkasından odaya girdi. Bir dakika sonra odadan çıktı ve kapıdayken salonda bekleyenlere;
″ Beklemeyin bugün hiç kimseyi kabul etmiyor, çok işi var, yarın gelin, fırsat olursa görüşürsünüz. ″
Gaffar efendi önce kızı azarlamak istedi, ama vacgeçti. Sabrını korudu. Öbür oturanları bekledi. Kimse kıpırdamıyordu. Gaffar efendi, kendi beynindeki yüzbin soruyla boğuşurken aniden sorulan bir soruyla ürktü.
″ Be adam, neden hala oturuyorsu, sana git dediler, sen ise bekliyorsun. ″
Bunları onunla beraber odada bekleyen şişman bir kadın söylüyordu. Yanındaki de kocasıydı, galiba. Gaffar efendi konuştukça ağzı köpüren kadına bakıyordu.
″ Sağır mısın be adam, sana söylüyorum, kimseyi almıyor. ″
Gaffar efendi onun susması için cevap vermesinin gerek olduğunu ve bu şekilde onu susturacağını düşündü.
Hanım efendi, benim burada oturmam neden sizi rahatsız  ediyor. Ben de sizin gibi bekliyorum belki...
″ Anlasana be adam, faydası yok... Senin yüzünden biz de giremiyoruz... ″
″  Benim yüzümden niye? Belki ben sizin yüzünüzden... ″
   O an sekreter kız lafa karıştı.          
″ Amca sen çok konuşmaya başladın, asayişi bozuyorsun, şimdi askerlere söylerim, seni hücreye kapattırırım. ″
 ″  Çok teşekkür ederim, daha söyleyecek laf bulamıyorum, ″
   Bu kez kadın;
 ″  İstersen otur bekle, istersen git, beni ilgilendirmez, ben içeriye giriyorum, ″
   Kadın sekreter kıza yaklaştı, çantasından fransız parfümü çıkarark onun masasına bıraktı ve Rusça,
   ″ Zemoçka, kusura bakma oğlum Rafa’ nın işini halledin, daha sonra görüşürüz. ″
   Sekreter de aynı dilde,
  ″ Ofa hanım, ne gerek vardı, beni utandırıyorsunuz. Geçin, sizi bekliyor. ″ Sesini kısarak, ″  bu kadar uyuzunu da hiç görmedim, gazi gazi diye bıktırmış hepimizi, bunlardan ne zaman kurtulacağız, bilmiyorum. Her yerde bunların sözü geçer, diye düşünüyorlar, biz ise hep halk için uğraşıyoruz. ″
   Ofa hanım iri endamını sallayarak sekrete göz kırptı ve hiçbirşeyin farkında olmayan kocasına,
 ″ Kalk gidiyoruz, ″  dedi
   Kocası şaşırdı,
″ Acaba ihtiyar mı önce... ″
    Kadın sesini yükseltti,
           ″  Kalk gidiyoruz dedim, adamı ( komutanı) bekletmeyelim. ″
   İçeriye geçtiler. Sekreter birisini aradı ve Rusça bir şeyler söyledi.
           ″  Fika, kiminlesin...tek mi... Ne diyorsun? ″
   Az sonra karı joca içeriden çıktılar, kadın sekretere,
″  Zema, cumartesi bekliyorum, ″  diyerek odadan çıktılar.
″ Tamam, güle güle, ″  dedi, sekreter kız ve komutanın odasına teker teker başkaları da girmeğe başladı. Bir... iki... üç. Gaffar efendi sabırla bekledi, bekledi ki, belki sıra onu da gelir. İçeriye girenler önce sekreterle, görüşüyorlardı, sonra komutanla görüşerek odadan memnuniyetle çıkıyorlardı.
Odada sekreterle Gaffar efendiden başka kimse kalmadı. Sekreter odada kimse yokmuş gibi aynaya bakarak süsleniyordu. Komutan  kapıda gözüktü. Kız kıpırdamadı bile, Rusça,
″ Sabahtan bekliyor, tam bir uyuz, ″  dedi.
   Komutan Gaffar efendiye,
″  Beni mi bekliyorsunuz? ″
″  Evet, oğlum. ″
Komutan sert bakışla hala gülümsemekte olan sekreter baktı ve Gaffar efendiyi odaya davet etti. Gaffar efendi konuya geçmeden sekreter kızı şikayet etti önce , sonra derdini anlattı.
 ″ Evladım, yanına gelmekte maksadım, oğlumu askere çağırmışlar, o benim biricik oğlum, gitmemesi için yardım et, lütfen! ″
Komutan masadan kalktı, pencereye doğru yaklaştı, bir sigara yaktı, bir duman aldıktan sonra üzgün bir sesle cevap verdi.
 ″ Bu lafları sizden hiç beklemezdim. ″
            ″  Neden evladım? ″ 
   Az önce gelenler de aynı ricada bulundular, sizde. O zaman sizin onlardan hiçbir farkınız yok.
″  Neden benim onlardan farklı olmam gerekiyor oğlum? ″
″ Siz savaş gazisisiniz, siz savaşın ne olduğunu vatanın bu acı gününde nasıl korunacağını onlardan çok daha iyi bilmeniz lazım. Demin Mozdok’ ta, Berlin’ de savaşarak madalyon aldığınızı söylediniz, ama oğlunuzun Karabağ’ da Şuşa’ nın, Laçı’ nın Kelbeçer’ in düşmanlardan geri alınması için savaşmasını istemiyorsanız, onlar savaşmazlarsa, peki kimler savaşacak, kimler vatanı koruyacak söyler misiniz? ″
Evet komutan vatan khakkında çok şeyler söyledi ve ilave etti.
″ Savaştır, dayanmak, savaşmak lazım. Ne kadar ki, sizin oğlunuz gibileri var, bu toprak bu vatan basılmaz. ″
Gaffar kalbi ferahladı, gözleri parladı, gururla komutanın elini sıktı ve dışarıya çıktı. Çıkışta nöbetçinin de elini sıkarak
″  Harika komutanınız var! ″ dedi.
Evine döndü, oğlunun alnından öperek;
″ Oğlum, hazırlan! ″
Evde o an gürültü feryadlar kopmaya başladı. Anne üzüntüden bayıldı, ablalar saç baş yoldu. Babaysa hiç üzüntüden oralı olmadı.
″ Sen onlara aldırma, git, Allaha emanet ol! ″
Gaffar efendinin oğlu hazırlandı, annesi ve ablalarıyla vedalaşarak evden ayrıldı. Gözü yaşlı anne ve ablalar ağlayarak çaresiz onun arkasından bakmakla yetindiler. Gaffar efendi önde gidiyordu ve oğluyla gurur duyuyordu.
.....Gaffar efendi askeri şubeden ayrıldıktan sonra komutan pencereye yaklaştı, dışarıya baktı. Sonra masaya oturdu, zile bastı, sekreter Zema nazlanarak odaya girdi. Komutan kızın ellerinden tuttu, gözlerine bakarak Rusça,
″ Anlaşdığımız gibi,  dedi  ″  saat yedide ″
″ Mutlaka! ″  diye cevap verdi sekreter Zema, komutan Zema’ nın ellerini bıraktı, saatine bakarak, ″
″  Belki biraz geç kalabilirim. ″
Sonra ağır adımlarla merdivenlerden indi, GAZ-31’ ine bindi ve yazlığa gittiği saatte Gaffar efendinin oğluyla aynı yaşta olan oğlu saunadan çıkıyordu, bira içiyordu, tenis oynuyordu. 
                                      .............
  Börekçi Enver’ in düşüncesine göre o artık börekçi Enver olarak tarihe geçmiştir. Onun hayat hikatesi börek satmakla başlamış. Aslında Enver, pardon, börekçi Enver, herşey satıyordur. A dan Z ye herşey... Onun kendi müşterileri vardı, ne isterlerse ondan bulabiliyorlardı. 
Enver Rus-Afgan savaşının gazilerindendi. Tam dört ay savaşmış, bacağından kurşun yemiş ve ömrünün sonuna kadar sakat kalacak, ama tarihe börekçi olarak imza atmış. Herkesin iyi bildiği, malına, parasına, herkesin gıpta ettiği Enver.
Daha tam gece olmamıştı. Enver divanda uzanmış videoda erotik film izliyordu. İz ledikçe, nerdeyse televizyonun içine girecek gibi oluyordu, karısı da onun kendisine gelmesi için dürterek uyarıyordu.
Kapı zili çalındı. Enver  videoyu kapattı. Karısına kapıyı açmasını söyledi. Kadın kapıyı açtı ve Enver’ e birisinin kapıda beklediğini işaret etti. Enver topallayarak kapıya doğru yöneldi, bir kaç saniye sonra yan odaya geçerek elinde ufak bir paketle döndü, kapıda bekleyenlerle bir şeyler konuştu. Bir tomar parayla kendi kendine konuşarak geri döndü, paraları saydı, ″ gecenin bu saatinde bile rahat bırakmıyorlar″ diyerek paraları karısına uzattı.
Bu sefer kapı hafifçe çalındı. Enver sinirlenip videoyu kapatarak başka kanala geçti. Karısı kapıyı açar açmaz geri döndü. Enver’ e birşeyler söylemeden Enver kendisi kapıya gitti.
Gelen yan binadaki komşuydu, esrarkeş Asif’ in babası, oğlunu arıyordu. Adam önce sakin sakin oğlunu sordu, Enver ise oğlunu hiç tanımadığını söyledi. Adam sakinliğini bozmamaya çalıştı.
″ Komşu kurban olayım. Asif’ in devamlı buraya geldiğini söylediler. Yemin ederim o kötü bir çocuk değil, ama esrarı içtikten sonra aptallaşıyor... Evde karısı, çocukları... Yerini billiyorsan söyle, evine dönsün, Allah aşkına. ″
Enver bomba gibi patladı,
″ Sen galiba aklını kaçırmışsın. Burası çocuk esirgeme kurumu mu? Kendi sıpalarınıza sahip çıkamıyorsanız, bundan banane? Git sıpanı cehennemde ara ve bir daha buraya gelme. ″
Asif’ in babası şehrin hatrı sayılır. Inşaat ustasıydı. Ama evlatları tarafından şanssızdı.
″Şerefsiz, mahalleyi esrar çiftliğine çevirmişsin. Ufacık çocukları mahvediyorsun, herkesin kanını zehirlemişsin. Allah senin belanı versin. ″
″ Sen ne konuşuyorsun...Aklından zorun mu var  be adam? ″
Sese komşular da dışarıya çıktılar ve neler olup bittiğini setrediyorlardı. Enver komşuların yüzündeki nefret dolu ifadeleri gördükten sonra daha da sinirlendi.
″ Ulan ben Asif’ in kim olduğunu nereden bileyim? Vallahi mahalle değil sallahana, sallahana. ″   
   Sonra komşulara bağırarak,
″ Size de badava konser lazım... İş yok, güç yok, sabaha kadar izleyin. ″
Enver kapıyı sert bir şekilde kapattı. Gaffar efendi kafasını sallayarak merdivenleri inmeye başlad... Nazlı evine girdi, kapıyı tam kapatmadı... Mesi elini İlgar’ ın sırtına dayayarak,
″ Naaber, profösör? ″  diye sordu.
   İlgar aynı şaşkınlıkla ″ sağol ″ dedi ve evine geçmek isterken Mesi’ nin lafına durdu.
″ Sen ne düşünüyorsun, Enver’ i karısının yanından alıpta kodese kapattırim mı, ne dersin? ″
   İlgar ise hafif sesle, yalvarırcasına;
″ Yoo, yazık, ufak çocuğu var, gerek değil. ″
   Mesi daha da yüksekten gülerek;
″ O ne itoğluittir, biliyor musun? Bir eşi daha yok″ 
   Bu sözleri Enver de duydu.
   Mesi gülerek ;
″ Hadi divanda yarı uykulu televizyon seyrediyordu, aldığı paraların keyfini çıkarıyordu. ″
Mesi naylon iplerle bir şeyler örüyordu. Ilgar kendi kendine konuşarak yazıyordu. Gaffar efendi sabah aldığı gazetelere bakıyor, karısı savaşta olan oğluna eldiven ve çorap örüyordu.
Nazlı sıkılıyordu, neredeyse kafayı yiyecekti, İlgar’ ın evine gitmek istiyordu, ama kararsızdı. Yarın hiçbir şey olmamış gibi Enver yine kendi müşterilerine börek satacak. Mesi sabaha kadar ip örecekti ki, bir an önce sabah açılsın.
.......Dünyanın o ucundan bu ucuna varmak isteyen karınca epey yol katetmişti, ama bir türlü menzile ulaşamıyordu... Dünyanın bu ucu hele çok uzaktaydı........
Mesi gökten düşercesine Mesi olmamıştı. Üstündeki çizgili ceketi de, kafasındaki iri şapkası da, "şef″ lakabını da ona tarih vermişti.Yıllar geçse de, her türlü azaba katlansa da bir zamanlar ünlülerin meşhur araba tamir ustası Mesi, şimdiyse deli, sersem, aptal, çok konuşkan ve < şef > Mesiydi...
Mesi’ nin kim olduğunu, ne iş yaptığını kimse bilmiyordu. Ama bazılarına göre Mesi Allahın belasıydı, onu bu şehre Allah dert olarak göndermişti. Mesi ile gündelik temasta olanlar, ya dilenciler ya da üst düzey insanlardı.Mesi işte bu insanla için şefti. O da herkes gibi kibrit kutusu gibi dizilmiş binaların birisinde yaşıyordu. Mesi bu evde büyümüştü, bu evde babasının gözlerini kapamış, cenazesini çıkarmıştı, bu evden deli, aptal Mesi olarak dışarıya fırlamıştı. Ve bütün insanlar gibi onun da komşuları vardı, Mesi için onlar en yakın en doğru varlıklardı.
Çok güzel günlerin birinde Mesi mahallede Rus –Alman savaşının en son incilerinden biri Gaffar efendiyle boş muhabbet ediyordu.
″  Diyordu ki, Gaffar dayı n’olacak bu dünyanın hali, hep böyle mi kalacak? ″
Gaffar efendi gözlüğünün altından Mesi’ ye baktı ve bu sözlerin boşuna söylemediğinin farkındaydı. Okuduğu gazeteyi cebine koydu, Mesi onu dinleyeceğinden emin olarak daha yüksek sesle,
″ Biliyor musun, gaffar dayı, bu dünya bitmiş durumda, sense gazete okuyorsun. Gazete okumakla, al,m olmakla, zengin olmakla bu dünya düzelmiyor. Onu anlamak lazım. Bak, geçenlerde bir gazete aldım, başladım okumaya ve okuduğuma pişman oldum. Kendi kendime dedimki, acaba bunları yazanlar bizi aptal mı zannediyor. Sanki biz kimin ne olduğunu bilmiyoruz. Sana  bir şey söyleyeyim mi, kendimden başka delikanlı erkek tanımıyorum. ″
″ Ne yazıyor gazeteler? ″
″ Gaffar dayı, gazeteyi sen okuyorsun, neler yazıldığını niye benden soruyorsun. Beni aptal mı görüyorsun, yoksa sen de mi o gazetecilerdensin? Ha ha zaten hareketlerini hiç beğenmiyordum... Hain!!! Ha ha... Bu dünyanı ne yapacan? Tükürdüm bu dünyanın her iki yüzüne! ″
   Gaffar efendi Mesi’ yi bildiği için fazla kurcalamadı, onu sakinleştirmeye çalıştı.
″ Öyle deme, dünya çok güzeldir, biz onu anlayamıyoruz. Bak biz o zaman savaşmasaydık, şimdi her şey ço daha kötü olacaktı, vizdansızlık, şerefsizlik devri olacaktı... ″
   Mesi’ yi sanki yılan soktu.
″ Senin zaten boş konuştuğunu biliyordum. Siyahtan daha koyu bir renk var mı be adam?Vallahi, burayı almanlar alsaydı çok daha iyi olurdu. ″
   Gaffar efendi sakin sakin″ Öyle konuşma “ diyerek ayağa kalktı. ″ Bizim evlatlarımızın iyi yaşaması için biz bu zaferi... ″
″ Evet birileri siz bu zaferi birileri rüşvet alsın diye, onun bunun karısına sarkıntılık yapsınlar diye, suçsuz günahsız başları kessinler diye kazandınız, gün gelir sen de bana geleceksin ve benden ağırlığını taşıyabilecek iki metre ip alacaksın, ben de onlardan çok var. Şimdilik söylediklerim sana bir şey ifade etmiyor. ″
 Gaffar efendi Mesi ile tartıştığı için pişmanlık duyarak gazete okumaya devam etti. Mesi dellenmeye başlamıştı sıkılıyordu, arasıra Gaffar efendi ye taraf bakıyor, kafa sallıyor, yere tükürerek sağa sola geziniyordu.
...... Babası öldüğünde Mesi cezaevinden yeni çıkmıştı. Cezaevine de çalıştığı tamirhanenin müdürlerinden birisini onun annesine küfür ettiğinden dolayı bıçakla sakat bıraktığı için girmişti ve tam sekiz sene hapis yatmıştı. Cezaevinden çıktığında dünya güzeli, siyah uzun saçlı kız kardeşi onsekizindeydi. Mhallede herkesin gözü onun üzerindeydi. Bbası kanserdi ve sanki onun cezaevinden çıkmasını bekliyordu. Onu son kez bağrına basarak „ bacına mukayet ol, kötü gözlerden, yaman ellerden koru“  demişti. O gecenin sabahı bu daha uyanmamıştı. Babasının ölümünden sonra çok olaylar oldu. Mesi ne babasının ruhunu şadeyledi ne de bacısını koruyabildi
 Mesi işten eve dönüyordu, güzel alışverş yapmış, Pazar çantası doluydu. Mesi çantayı yere bıraktı, kapıyı yavaşça çaldı, kapıyı kimse açmadı. ( O günden sonra kapıyı Mesi’ ye bir daha açan olmadı.) Mesi’ nin düşüncesine göre bacısının evde olması gerekiyordu. Kendi anahtarıyla kapıyı açtı, çantayı mutfağa bıraktı, üstünü değiştirdi, yıkanmak için banyoya girdi ve girdiği andan itibaren de çönerek oldu.
Deli Mesi  Mesi gözlerini açtığında suratında yumuşak, soğuk bir ağırlık hissetti. Kafasını kaldırdığı zaman gözleri kararıyordu, betona çarptığı kafasının ağrısı bütün vucudunda dolaşıyordu. Mesi tam da bacısının ayaklarının altına düşmüştü, bacısının tavandan asılmış bedenine bakıyordu. Mesi’ nin gözleri bütyüdü bi oda kadar, bir şehir kadar, bir dünya kadar oldu. Mesi’ nin gözleri dünyaya bile sığmadı. Mesi diz çöktü, Allaha yalvararak dua etti  ki, mucize olsun, ama mucize olmadı. Ve Mesi’ nin göreceği tatlı rüyalar bundan sonra başlayacak. Allahın mucizeleri bundan sonra olacak.
 Mesi ağır ağır kalktı, gözüne küçük bir kağıt parçası takıldı, 
Mesi, bacın kurban sana, hiç kimseyi suçlama, en büyük suçlu benim. Seni el içinde başını öne doğru eğik görmektense, kendimi asmayı tercih ettim. Kurban olayım, beni annemle babamın ayaklarının ucunda defnet. Hakkınun helal et. Gece sen uyurken seni öpmüştüm, gözüm arkada kalmadı
Mesi bu mektubu çiğnedi, mesi bu mektubu yedi. Sonra da kendini toparlayarak bacısını salonun ortasında yere yatırarak üstünü beyaz çarşafla kapattı.
Balkona çıktı ve o gün meşhur  ve sevimli kelimesini ilk olarak söyledi. Söyledikçe küçüldü ufaldı, Mesileşti. Şimdiki, daha doğrusu, dünkü, obür günkü, sabahki Mesi oldu ve o günden sonra onun bir zamanlar dünyalar güzeli bir bacısının olduğu hafuzsından silindi. Kıza bir zamanlar annesine küfür ettiği için bıçakla sakatladığı adamın oğlu tecavüz etmiş, o yüzden de kız kendini asarak intihar etmişti. Mesi herşeyi unuttu, ama Dünya bir mezar daha küçüldü! " Dünya bir mezar daha arttı! Mezarlar arttıkça dünya bir mezarlığa dönüşecek! " sözünü unutmadı.
 Mesi ip örüyordu ve bu işten aldığı keyfi hiçbir işten alamıyordu. İp ördüğü zaman sanki canlanıyordu, yaşıyordu...
 Mesi arasıra bu iplerden tanıdık arkadaşlara hediye adiyordu ve ″iyi sakla, zaman gelir, lazım olacak“ diyordu.
 Radyoda meşhur İran şarkıcısı Guguş ve bir o kadar da meşhur " Ayrılık" eserini söylüyordu. Guguş’ u dinledikçe İlgar’ ı sıcak basıyordu ve sanki İlgar’ dan akan ter tüm odayı ısıtıyordu. Nerdeyse komşuları su basacaktı, iyi ki şarkı bitti ve önceki gibi üşümeye devam etti.
... İlgar nerede olduğunun farkında değildi,  tek, her tarafta dar ağaçlarının kurulduğunu, beyaz elbiseli insanların bu dar ağaçlarını baltaladıklarını, ama bir türü kesemediklerini görüyordu. Ilgar’ ın da elinde balta vardı, o da ağaçlardan birini kesmeye çalışıyordu. Neredense uzaklardan( belki de çok yakınlardan) insan feryatlarıyla karışık gülüş sesleri geliyordu ve İlgar şaşkınlık içerisinde ağaca saldırıyor, kesmek için uğraşıyordu....
...İlgar yazıyordu,ama hiçbir gazetede yayınlanmayacağından da emindi.İlgar babasına çok düşkündü, onu çok seviyordu. Zaten babasından başka kimi kimsesi yoktu ve babasının da onu çok sevdiğini biliyordu, onun da ilgardan başka hiç kimsesi yoktu. 
 Bir insan ki; arzuladıklarını, istediklerini yapamıyorsa, o insan bu dünya insanı değildir. İlgar’ ın babası da bu insanlardandı, yalnız onların birbirine karşı olan sevgileri sayesinde bu dünyada yaşayabiliyorlar ve Allahtan tek istekleri, onları birbirinden ayırmaması...
 İlgar’ ın annesi öldükten sonra ruhunun hep evde kalması için bir şeyi değiştirmemişler ve anneoğul her gece rüyalarda buluşuyorlardı. Annesi öldükten sonra tek değişen ( belki de böyle olması gerekiyordu) babasıydı. Aslında o da değişmemişti, sadece içkiye düşkündü. Içkiyi babasına kendisi götürüyordu, her ne kadar içkiliyken ondan korksa bile, ama o içkiden çok sevdiğini de biliyordu. Çünkü başka kimsesi yoktu.
   Babasının içtiği ve insanlıktan çıkyığı günlerin birinde İlgar ona çekinerek,
″ Baba, ben ölücem, ama ölmek istemiyorum! Dedi ve kafasını öne doğru sarktı. Babasının yüzünü görmüyordu, gözlerine bakmıyordu ve babasının gözleri yerinden fırlıyormuş gibi haykırarak, ″
″ Ne ölmesi, saçmalama, kes! ″ dedi.
   O gün babası ilk defa( ve son defa) oğlundan utanarak sormuştu.
″ Bu ölüm nereden geldi aklına, birisi mi söyledi ? ″
   İlgar kafasını kaldırarak babasının yerinden fırlamış gözlerine bakmadan şöyle demişti.
″ Doğru söylüyorum, ben öleceğim, annemi her gece rüyamda görüyorum, beni çağırıyor, bense seni yalnız bırakmak istemiyorum, gitmezsem de annem küsecek. Gideceğim, ben de gideceğim. ″
   Adam korkarak, oğluna yalvarırcasına   
″Sen annenle gitme, benimle kal, duyuyor musun, gitme! ″
Baba perişandı, ağlıyordu. Onun ağladığını gören İlgar da onu kucaklayarak ağlamıştı ve o gece belki de tüm yaşamları boyunca ilk defa ( belkide son defa) birbirlerine sarılarak sabaha kadar ağlamışlardı. O geceden birkaç ay sonra babası bir gece uyumuş, bir daha da hiç uyanmamıştı ve o gece İlgar’ ın rüyasına giren annesi ilk defa onu artık yanına çağırmıyordu. İlgar da annesine darılmıştı.
......İlgar’ ın kapısı aniden çalındı, ama bu ikinci çalınışı. İlkinde postacı Sibirya’ dan tebrik mektubu getirmişti. Mektup okul arkadaşındandı. Mektubu aldıktan sonra doğum günü olduğunu farketmesi ve bunu kutlamak için aşağıya inmiş, dükkandan biraz salam, birkaç yumurta ve bir tane vodka almıştı. Ikinci kez kapı çalındığında geçmişi, eski arkadaşlaruyla kutladığı doğum günlerini hatırlayarak bir kadeh vodka içmek üzereydi.
  Önce yanlış ses duyduğunu düşündü, ama kapı bir daha çalındı. İlgar kızarmış gözlerini ovarak, ağır ağır kapıyı açtı, zayıf, çelimsiz erkek bir çocuktu, gülerek ona bakıyordu. Ilgar kuşkulanarak sordu;
″ Kimi aramıştı? ″
   Kapıdaki çocuk hala gülüyordu. İlgar bir daha sordu, 
″Sana söylüyorum, şşişt, kimi aradın? ″
   Çocuk sanki uykudan uyandı,
″ Kuru ekmeğiniz var mı? ″
″ Yoktur. ″
   Çocuk yalvarırcasına,
″Belki vardı, abi bi baksan. ″
″ Yok, vallahi yok. ″
   İlgar kapıyı kapattı. Ne düşündüyse bir daha açtı.
″ Başka zaman gelirsin, senin için kuru ekmek toplarım. ″
   Çocuk İlgar’ ın yumuşadığını görerek,
″İstiyorsan sana şiir okuyayım, şarkı söyleyeyim. ″
″ Yok istemiyorum ″ kafasında ne düşündüyse, ″ tamam istiyorum, hadi içeriye geç. ″ Çocuk kuru ekmek dolu torbayı girişte bıraktı ve içeriye geçti. Odada sırayla dizilmiş kitap raflarını, yığın yığın kağıtları gördüğünde şaşkınlıkla İlgar’ dan sordu.
″ Bunların hepsini okudun mu? ″
″ Evet, ne oldu ki ? ″
″ Senin başka işin yok mu ya? ″
″ Var zaten benim işim bu... ″
   Çocuk divana oturdu., masanın üzerindeki yemeklere bakarak, gözünü masadana ayırmadan;
″ Çayın var mı ″ diye sordu,
″ Var, demleniyor. ″
   İlgar kağıtları toplamaya başladı, bu arada çocuğun ismini sordu.
″ İsmim Çene Korkuttu diyerek cevap verdi .″ İlgar kahkaha atarak güldü.
   Çocuk yanlış birşey söylemiş gibi yanlışını düzeltircesine 
″ Yoo... Aslinda ismim Arif’ tir. Çene Korkut lakabım. ″
″ Öyle mi?... Peki, kuru ekmek toplamaktan başka işin yok mu? ″
″ Yok be, arasıra koyunlar için ot da topluyorum, ama koyunlar ekmeği daha çok seviyorlar, bir de yeni insanlarla tanışıyorum. O toplamaya gittiğimde de fena olmuyor, özellikle araus kızlarının yaşadığı bölgede... Ben seni bir yerden tanıyorum, galiba... ″
″ Olabilir. ″
″ Şarkı söyleyeyim mi sana? ″
″ Söyle, ″ 
″ Yoo... utanıyorum. Sen ünlü birisine yani, nasıl söyleyeyim, büyük adama benziyorsun... ″
″ O zaman söyleme. Gel beraber votka içelim. Bugün benim doğum günüm. ″
Çocuk şaşırdı kaldı. Ne söyleyeceğini unutup aptala aptal İlgar’ a baktı. İlgar ise cevap beklemeden bardakları votkayla doldurdu, salam dilimledi, haşlanmış yumurtadan bir tanesinin kabuğunu soymaya başladı. Çocuk ne düşündüyse, elini pantolonunun cebine soktu ve bir tesbih çıkardı, birkaç defa parmaklarının arasında oynatarak çevirdikten sonra tesbihi İlgar’ a uzattı.
″ Al, bu da benden sana hatıra olsun. Güzel tesbihtir, abim cezaevinden göndermiş, kendisi yapmış fil dişinden, dişi de şeyden getirmişler, nedir o, hani çıplak geziyorlar ya, ordan. ″
″ Hindistan’ dan mı? ″
″ Yoo! ″
″ Afrika’ dan o zaman. ″
″ Evet evet ordan. ″
″ Kim getirmiş? ″
″ Arkadaşları. ″
″ Hadi içelim, diyerek bardağın bir tanesini çocuğa uzattı, diğerini de kendisi alarak, ″
″ Hadi, tanıştığımızın şerefine içelim. ″
″ Senin şerefine, usta... Ama vallahi ben seni bir yerden tanıyorum. ″
Böylece onlar yüzyüze oturarak bir şişeyi devirdiler. Ikisi de sarhoş olmuştu, keyifle muhabbet ediyorlardı, şakalaşıp gülüyorlardı. Arasıra birbirlerini kucaklayarak öpüşüyorlardı. Ilgar şiir okuyordu ve o şiir okudukça çocuk ağlıyordu. Ilgar çocuğun ağladığını farketmeden okudu.

            Ellerimde kapanacak 
            Gözlerimin kapandığı gün
            Bu dünyadan dirilerin
            Günahla kovulduğu gün
            Gözlerde donacak yaş da
            Akıllar çıkacak baştan,
            Ekmeği çıkarıp taştan
            Azapla yenilen gün.

   İlgar şiiri okuduktan sonra çocuğun ağladığını gördüğünde şaşırdı ve kendisi de farkında olmadan hüzünlendi, gözleri yaşla doldu. Elini çocuğunu omuzuna koyarak;
″ Sen iyi çocuksun, Arif! Hatta çok iyi  ″ diyerek hüngür hüngür ağlamaya başladı. 
   Arif’ de onu kucakladı ve ağlayarak,
″ Sen bana doğma kardeşimden daha yakınsın, ben seni çok sevdim. ″
 Ve hiçbir şeye aldırmadan, ne düşündüyse, masanın üzerinde davul çalarak şarkı söylemeye başladı.           

             Azizim anam ağlar 
             Derdime yanan ağlar
             Yad evladı, el kızı     
             Vallahi yalan ağlar! 

   Çocuk şarkıyı bitirdikten sonra İ lgar’ a baktı, onun memnuniyetini gözlerinden anladı ve daha da cesaretlendi,
″ Nasil, beğendin mi? Abim çok seviyor, ″
″Ağzına sağlık, güzel, hatta çok güzel söyledin. ″
Kapı çaldı. Bu sefer kapıyı açmak için koşarak, hatta uçarak gitti, unutulmuş güzel günlerin kanadında, sevinerek kapıyı açtı, kapıyı çalan Mesi idi, Allah’ ın Mesi’ si. Elinde bir konyak şişesi, bir tane de paketlenmiş gömlek vardı. Onları İl gar’ a uzattı.
″ Eşek çalışır at yer- dedi. Ulan, tam ondokuz sene oldu, okuldayken senin doğum gününü kutladığımızda ilk defa içmiştik ve sarhoş olmuştuk, yoksa unuttun mu? ″
İlgar ıslak gözlerini Mesi’ den gizlemeye çalıştı. Mesi ona aldırmadan içeriye geçti. Çocuğu görmezden gelerek. 
″ Bugün son defa içeceğiz, ″ diyerek konyağı bardaklara boşalttı.
İlgar ise kafasını tutarak demin Mesi’ nin anlattığı hikayeyi düşünüyordu.
 Günlerin birinde Azrail başağrısı ve üşütme mühim bir işten dolayı beraber yola çıkmışlardı. Onların uzun yol katettikten sonra arkadaşlarının yanına döndü. Bu o zamandı ki, Azrail ile Üşütme açlıktan ağaca tırmanıyorlardı.
 İlgar gözlerini meçhulluktan ayırarak masanın üzerindeki yığınla kağıtlara dikti. Gözlüğünü çıkardı, gözlerini ovaladı, bin yılların yorgunu gibi esneyerek arkaya doğru gerildi. Eliyle sinesine vurdu, dosyanın arasındaki kağıtlara bakarak,
″ Çalışmam lazım ″ dedi, yoksa yarın beynimi yiyecekler.
Mahalleye haber geldi. Savaştan bir şehit daha getirmişler. Evlatları savaşta olan annelerin gözleri karardı, babaların dudakları esti, hiç kimse dışarıya çıkmaya cesaret edemedi, ama mahallede sesler azalmadı, aksine çoğaldı. Gaffar efendinin de dudakları esiyordu, fakat bu şehidin onun oğlu olacağını düşünmek istemiyordu, çünkü onun oğlu daha yeni gitmişti, çünkü onu daha savaş bölgesine götürmezler, çünkü o daha çocuktu, acemiydi. Daha bir hafta önce oğlunun yanından arkadaşı gelmişti, selam getirmişti.
Herkes dua ediyordu, herkes nezir diyordu ki, onun evladı olmasın, Gaffar efendi hariç. Mahallede sesler yükseldikçe daha da korkutucu oluyordu.
 Gaffar efendi kızlarının sesini duyduktan sonra sanki kendine geldi. Kızlarının bağırtısından kulakları tutuldu, hiçbir şey duymaz oldu. Kızları onun ayaklarına sarılıp feryad ediyorlardı. Karısı halının üzerinde baygın yatıyordu, galiba nefes almıyordu.
 Gaffar efendi hiçbir şey duymayaraktan ayağa kalktı. Kızlara mahallede ne olup bittiğini sordu. (cevap alamayacağından emindi). Kapıyı açtı, merdivenleri inerek dışarıya çıktı. Gaffar efendinin geldiğini gören komşuları sustu, gözler ona dikilmiş ve herkes için için ağlıyordu. Gaffar efendi ağır adımlarla askeri ünifomalı subaylara kravatlı büyük adamlar yaklaştı. O anda karısı ve kızları tabutun üzerine atladılar. Komşular da onlarla beraber.   Mahallenin sesi yeniden çoğaldı. Demin için için ağlayan kadınlar şimdi feryad koparıyorlardı. Ve Gaffar efendi hayatında hiç böyle ağlamamıştı. Onun ağladığını gören o büyük adamlardan birisi elini onun omuzuna koyarak hüzünlü sesle ,
″ Başınız sağolsun, vatan sağolsun. Sabırlı olmamız lazım. ″
Gaffar efendi kafasını kaldırdı, gelen misafirlerin yüzüne baktı. Bu bakış herkesi şaşırttı. Gaffar efendi demin ona başsağlığı dileyenin iki ay önce ona vatan hakkında nasihatlar veren, ama kendisinin vatandan hiç haberi bile olmayan askeri şubenin komutanı olduğunu farketti. Gaffar efendi büyük bir nefretle komutanın yüzüne tükürmek istedii ama kendini zorladı, uykudan sersem kalkmış gibi herkese baktı, yere tükürerek,
″ Tuh ″ dedi.  ″ Tuh bu dünyanın yüzüne. ″
Kafasını kaldırdığında Mesi’ yi gördü. Mesi ağlamaktan kızarmış gözlerini onun hüzün dolu gözlerini dikerek aptal aptal ona bakıyordu. Gaffar efendi elini onun sırtına koydu ve kafasını sallayarak,
″ Sen hep doğru söyledin, hep doğru! Kabahat suç bizlerde, biz itoğlu itlerdi. ″
Mesi onun bu sözlerinden cesaret alarak kahkahalar attı. Sesi bütün mahalleyi sardı. Onun da ağlaması buydu, onun da gözyaşları böyleydi. Çünkü o Mesi idi.
Gaffar efendi taziyeleri gelen komşulardan, akrabalardan kabul ediyordu, ama hiçbir şey görmüyordu, duymuyordu. Ehsan için cenazeye yardım olarak resmi araçla on kilo yağ, yirmi kilo et getirmişlerdi, ama cenazeyi getiren o büyük adamlar sessizce kaybolmuşlardı. 
Mesi şehit mezarlığında Gaffar efendinin oğlunun taze, sıcak mezarı başında için için ağlıyordu. Bu taze mezar da eski mezarlar gibi eskimişti...
Komutan oğluyla şakalaşıyor, gülüşüyorlardı, onlar gülüştükçe savaşta atılan mermiler çoğalıyor, savaşan askerlerin iniltisi ve şehit tabutları artıyordu, Mesi artık ağlamıyordu, Gaffar efendinin şapkasına küfrediyordu.
Börekçi Enver cenaze masrafları için Gaffar efendiye bin manat para vermişti, karşılıksız. İlgar herşeyden habersizdi, gazetede çalışıyordu.
Nazlı da Gaffar efendinin kızlarıyla beraber yas tutarak ağlıyordu, ama kimin için ağladığını bilmiyordu. Onun da derdi büyüktü. 
Dünya bir mezarlık daha küçülmüştü .Mezarlar arttıkça dünya Kabristan’ a benziyordu.
                           ...............
″ Bana gel, sana söyleyeceklerim var. ″
″ Ha ha ha! Off! Uff! Demek bir tek bana inanamıyorsun, öylemi? 
″ Suss! Yavaş konuş, ne bağırıyorsun?
Bir anlık bu ses Mesi’ ye ilahi bir ses gibi geldi, sanki onu mutluluğa çağırıyor. Zannetti  ki bu ses onu büyüleyecek ve peşinden sürükleyecek, kendine köle edecek,
″ Ne bekliyorsun? ″
″ Hiçbir şey, sen ne istiyorsun?
″ Seni istiyorum, aptal. ″
Kadın Mesi’ yi içeriye doğru çekti ve kapıyı kapattı. Mesi duvara, kadınsa kapıya yaslanarak bir hayli birbirlerine baktılar. Mesi şaşkınlığını üzerinden atamadan, ne düşündüyse tekrar gülmece başladı.
″ İnanamıyorsun, değil mi bana? Benim aptal, deli olduğuma?
Nazlı yavaş yavaş Mesi’ ye yaklaştı, yaklaştıkça üstündeki ipek bornozun düğmelerini çözmek istedi. Mesi elinden tutarak,
″ Dur yapma  ″ dedi.
″ Aptallık etme, kurbanın olayım. Sen deli numarası yaptığın zaman, ben ölüyorum, ben bitiyorum. ″
Mesi’ nin  o parlak gözleri bir anlık karanlığa dönüştü, Nazlı’ nın söyledikleri onun beynini kurcalamaya başladı. Nazlı aldırmadan,
″ Beni kollarına al , öldür beni, ″ diyordu
″ Bağırma, deli misin, sen ne söylediğinin farkında mısın. Kapıyı aç, ben gidiyorum.
″ Yoo, bırakmam! Şimdi dışarıya çıkar bağırırım, senin bir üçkaatçı olduğunu, deli nımarası yaptığını söylerim. "
″ Git ne istersen söyle, ama beni rahat bırak bak mahalleden yine acayip acayip sesler geliyor, ben gidip bakacağım. ″
Mesi Nazlı’ yı iterek dışarıya çıktı. Mahalle yine kalabalıktı, hatta çok kalabalıktı. Birşey mi olmuş acaba? Büyükler çocuklara bağırıyor, çocuklarsa kimisi taş atıyor, kimisi de koşuşturup duruyordu. Mesi o kalabalıkta İlgar’ ı gördü ve sevindi, ona yaklaşarak sordu,
  ″ Ne  oluyor burada?
″ Ya, hiçbir şey, mahalleliyi bilmiyor musun? Nerdense bir hasta ( Mesi’ yi bozmamak için deli demedi) gelmiş mahalleliyle dalga geçiyor.
 Mesi kalabalığın içinden İlgar’ ın dediği o hastaya doğru ilerledi. Kalabalığın tam ortasında ifrit kıığında, kadına benzemez bir kadın duruyordu. Herkes bir şeyler bekliyormuş gibi bir Mesi’ ye bir kadına bakıyordu. Kadının ellerinde iri taşlar vardı. Kadın taşları birbirine sürterek dişlerini gıcırdıyordu. Pencerelerden de seyredenler vardı. Mesi kadını analiz edermiş gibi baktı ve sordu,
″ Sen de kimsin? ″
 Kadın kafasını kaldırmadan taşları birbirine vurmaya devam etti. Mesi’ yi ter bastı, terini sildi, bir daha sordu,
″ Sana söylüyorum kimsin sen? ″
Kadın Mesi’ nin sesini duydukça taşları daha sert vuruyordu. Mesi’ nin sesi titredi.
″ Kendini aptal yerine mi koydun? Cevap versene!  ″
O an kadının gözlerinden sanki ceryan geçti. Taşları öyle bir sert vurdu ki, taşlar parça parça oldu ve taşların sedası bütün mahalleye hatta bütün şehre yayıldı, sonra ağır ağır kafasını kaldırdı ve deminden onu sorgulayan adamın suratına baktı, baktı ve deli deli sordu,
″ Peki, sen kimsin?  ″
″ Ben sana sordum ″
″ Ben de sana soruyorum ″ 
Bu karşılıklı dialog seyircilere keyif veriyordu. Kimisi gülüyor, kimisi de neler olup bittiğini anlamaya çalışıyor. 
″ Sana söyledim, bırak bu aptal numaralarını, bak herkes bizi seyrediyor, neden burdasın? ″
Kadın ağlamaya başladı. Ağlayarak annesini sordu, babasını çağırdı...
    Mesi onun kolundan tutmaya çalıştı, kadın ondan kurtularak geri çekildi
″ Bana deli diyorlar, bu da deliymiş... ″
″ Tamam, yeter artık, hadi defol burdan, yoksa... ″
″ Sen kafayı mı yedin? ″
″ Şimdi öldürürüm seni, yeter! ″
   Mesi bir şeyler düşündü , elini cebine soktu, bir avuç bozuk para çıkardı, kadının başından aşağı dökmeye başladı. Kadın paraları hem topladı hem de,
″Yine ver, çok ver ″ dedi.
   Mesi pantolonunun ceplerini ters çevirdi ve kadına taktı,
″ Şapkanı da ver bana! ″
″ Şapkamı veremem ″
″ Ne olursun ver şapkanı bana, hayatımda hiç şapkam olmadı, ver!
″ Olmaz dedim, anlamadın mı?
Kadın sinirlendi, sinirden gözleri kızardı. Aptal aptal etraftakilere baktı, kalabalığın arasına korku saldı. Yrdeki taşı Mesi’ nin kafasına öyle vurdu ki, Mesi bayılarak yere düştü. Kadın kalabalığın arasından elindeki taşı sallayarak koşmaya başladı ve çocuklar da onun arkasından,
″ Deli Hatice! Deli Hatice!  diyerek onu kovalamaya başladılar. İlgar önünde kağıt yığını fakirhanesinde oturmuş bir şeyler yazıp çiziyordu.  Sigarayı sigarayla yakıyordu. Yanlış yazıları düzeltiyordu, düzelttikçe de sinirleniyordu. Ve İlgar sinirlendikçe, sanki televizyonda inadına kırık kırık seslerle Rusça bir şeyler söylüyordu. 
″ Sovyet halkı... Zafer kazandılar... Afganistan... Ordu... Düşmanlar... Mahvettiler... Şehrin  insanları ... Teröristler... Parti ...
Televizyonda da bir şeyler olmuştu, hep halk halk diyordu. 
İlgar kafasını kaldırdı, sinirle spiker baktı, televizyonun sesi kısıktı, galiba çok önemli bir programdı ki, spiker yorulmadan habire konuşuyordu. Ilgar kalkıpta televizyonu kapatmaya üşeniyordu.
″ Tükürdüm senin halkına! ″
   İlgar’ ın sesini spiker sanki duydu ve o an televizyonun sesi aniden yükseldi, spiker,
″Teşekkür ederim ″ dedi ve kayboldu. İlgar gülmekten nerdeyse bayılacaktı, televizyona bakarak,
″ Ulan, anlamadım gitti, bu ne biçim millet, sövsen de dövsen de adam olmuyorlar...
 O an kapı çalındı. Kapının çalış ritmiyle oynamaya başladı. Kapının çalış ritmiyle oynamaya başladı. Kapı çalındı, İlgar oynadı, ama kapıyı açmadı. Ve birden odaya sessizlik çöktü, bu sessizlik İlgar’ ı şaşırttı, oturduğu an kapıyı açmadı. Ve birden odaya geçti, İlgar da onun arkasından kapıyı kapatarak içeriye geçti.
″ Uyuyor muydun? ″ 
   İlgar farklı bir kelime duymuş gibi
″ Anlamadım? ″
″ Uyuyor muydun diyorum? ″
″ Hee, yoo...Yazıyordum. ne oldu ki? ″
″ Yarım saattir kapıyı çalıyorum, dedim herhalde uyuyorsundur. ″
″ Kapıyı yarım saat çaldığına göre herhalde sende de bir şeyler var, ne oldu? ″
Gaffar efendi içeriye geçti, oturdu, gözlüğünü çıkardı, cebine koydu. Yazık yazık, üzüntülü gözlerle İlgar’ a baktı... Baktı ki, bir şeyler söylesin, ama söyleyemedi, o anı bir daha yaşamak istemedi. ( Belki de korktu) İlgar ise meraktan çatlayacak gibi adamın gözlerine baktı, kalbinden geçenleri okumak istedi. Gaffar efendi ağır ağır sabırla oturduğu yerden kalktı. İlgar onun kolundan yutarak kafasıyla oturmasını işaret etti. Gaffar efendi aynı sabırla, ağır ağır, mezara girermiş gibi kalktığı yere gömüldü. İlgar bir sandalye çekip adamın karşısına oturdu ve kendine has tarzda,
″ Söyle, Gaffar dayı, seni dinliyorum. Sen de bir şeyler var. ″
   Gaffar efendi yine aynı şekilde, üzüntüyle İlgar’ a baktı ve,
″ Biliyorum, haberin yok″  dedi.
″ Neden haberim yok, söylesene, delirtmek mi istiyorsun beni! ″
Gaffar efendinin dudakları titredi, çukura düşmüş gözleri parladı, eliyle yüzünü kapadı ve sustu. Ve o an İlgar adamın bir anda yaşlandığını, çöktüğünü gördü. Onun boyu, kameti, her zaman ter temiz tıraşlı yüzü...Hepsi değişmişti. Sanki, yüz yılların, bin yılların Gaffar dedesiydi, eski Gaffar efendiye benzemiyordu.
″ Biliyorum, haberin yok, dün oğlumun yedisiydi. ″
″ Ne yedisi ? ″
″ Oğlum öldü, İlgar Gulu öldü!... Benim Gulum, öldü, benim ufacık, güçsüz evladım artık yok... Tam yedi gündür Gulu yok. ″
İlgar sanki donmuştu, ne söyleyeceğini, ne yapacağını bilmiyordu. Sorsan ismini bile unutmuştu. Nihayet İlgar kendini toparladı, ne söyleyeceğini buldu ama susmayı tercih etti. Gaffar efendi ağlayarak konuşuyordu.
″ Onu ben öldürdüm, İlgarcığım ben! Ben de herkes gibi gizlerdim, borç para bulurdum, savaşa gitmemesini sağlardım, ama yapmadım, yapamadım. Lanet olsun bu zamaneye, tükürdüm bu dünyanın yüzüne! Birileri para kazanacak diye şehrin göbeğinde koskoca şehit mezarlığı yapmışlar. Gencecik çocukların ne günahı var, allahım? Bu insanlığa sığar mı? Neden Allah bu zulmü bizlere, bu gençlere veriyor, neden?
″ Gaffar dayı, lütfen sakinleş. Ben ne söyleyeceğimi bilemiyorum, bu büyük derttir, bunu hiçbir şeyle avutmak mümkün değil. Biraz sabırlı ol, lütfen!...
Gaffar efendi gittikten sonra İlgar oturduğu yerden kalkmadı, çok oturdu. Herşeyi unutup çalışmak istedi, beceremedi. Duvarlar ona mezar taşı gibi geliyordu, kapı pencere acayip şekilde sanki ona doğru yürüyordu. Sabaha kadar uyuyamadı, tabii ki, hiçbir şeyde yazamadı, sadece birkaç cümle yazabilmişti.
Dağılacak, patlayacak, ama böyle kalmayacak bu dünya! 
″ Azrail hikayesinin devamı nasıldı? Anlatsana... ″
″ Başağrısı arkadaşlarına dönüyor, onun elinin boş olduğunu gören Azrail neden boş dödüğünü şaşkınlıkla sorar. Başağrısı da çobanın ona koyun vermeyeceğini söyledi. Bunları duyan Üşütme sinirlenerek çobanın yanına gidiyor, diyor ki, ben Üşütmeyim, sen benim arkadaşımı nasıl eliboş göderirsin? Şimdi seni bir üşütürüm, kafandan alevler çıkar, gününü görürsün. Çoban bu zorbalığa çok sinirleniyor ve aynı sinirle Üşütmeye de ona koyun vermeyeceğini söyledi. Epey tartıştıktan sonra Üşütme onun canına yerleşiyor. Çoban ateşler içinde yanıyor, kendini taşlara vuruyor, ama yapsa fayda etmiyor, birden suyla dolu kuyuya fark ediyor ve kendini o kuyunun içine bakıyor. Üşütme nerdeyse boğulacaktı, soğuktan donacaktı, çaresiz çobanın bedeninden çıkarak arkadaşlarına dönüyor.Azrail ile Başağrısı da aç aç onun yolunu bekliyorlardı. ″
″ Sen bir alemsin, Mesi!
Bizim kainattan çok çok uzaklarda hiç kimsenin bilmediği bir hayat kaynıyordu. Beyaz güneşin tertemiz şafakları bembeyaz insanların ışık saçan yüzlerine yansıdıkça beyaz dünyanın karanlıkları eriyerek kayboluyordu. Simsiyah bulut kervanı o beyaz kainata doğru ilerliyordu. Kervan kervan bulutlar biraz deveyi, biraz da soba dumanını andırıyordu...
   Gaffar efendiye benzemiyordu.
   Bu da bir hayat.
   Zaman acele ediyordu...
Bu zaman akışında dünyada çok basit olaylar oluyordu, kimisi ölmek istiyordu, kimisi ölemiyordu, yeni bir çocuk dünyaya merhaba diyordu, birisi para sayıyor, birisi para arıyordu, kimisi terler içinde mezar kazıyor, kimisi kendisine mezar kazdırıyordu, kimisinin gözünden yaşlar akıyor, kimisi ağlayamıyordu...
Bu mahalle de o basit günlerden birini yaşıyordu. Gaffar efendi karısıyla beraber nereye ise gidiyordu, yüzünde zamanın burukluğu, adımlarında bin yılların yorgunluğu gidiyordu.
Komşu kadın sıkılıyordu, ne yapacağını bilmiyordu, şaşkındı. Kalbini komşusu İlgar’ a açmak ona sonsuza kadar sadık kalacağını söylemek istiyordu, ama beceramiyordu. Beceremediği için de Allah’ tan ölüm istiyordu.
Mahallenin başıboş gençleri binanın köşesinde kimisi içki, kimisi esrar içiyorlardı. Az sonra bu gençler bu köşeden kanatlanıp uçavaklardı, ama daha zaman gelmemişti, daha mahalle bekçisi Mürsel yoktu, daha onun avantası ulaşmamıştı.
 Mesi her zaman olduğu gibi polis arabasında kontrole çıkmıştı, nerede dilenci görse küfrediyordu. Mesi yorgundu, Mesi çalışmaktan bıkmıştı. Mesi Mesi olmaktan da bıkmıştı. Mesi bu günü de idare ederek akşam komisere istifa edeceğini söyleyecekti. Mesi bütün silahlarını teslim etmek normal insan gibi yaşamak istiyordu, ama yapamıyordu.
Börekçi Enver artık börek satmıyordu. Çünkü artık börek yiyen yoktu. Şimdi millet başka şeyler yiyordu... Milletin yemek istediğini ne Enver bulup da satabilirdi, ne de başkası. Alıcıdan çok satıcının olduğu Pazar yerinde herşey vardı, ama hiçbir şey yoktu.
İlgar o büyük binaya davet etmişlerdi. İlgar’ ı sıradan bir muhabirlikten alarak, eski çalıştığı dergide yeniden genel müdürlüğe atamak istiyorlardı, ama o istemiyordu. Çünkü o artık eskisi gibi meşhur gazeteci değildi, seneler onu İlgar’ lıktan uzaklaştırmıştı. İlgar bir cam gibi kırıktı ve bu kırıklar bir araya gelemiyordu. Zaman onu çok cılızlaştırmıştı. O istese bile eski meşhur gazeteci İlgar olamazdı...
Dünya durmadan kendi okunun etrafında döndüğü başka bir şey vardı, kimse bilemiyordu. Ama yine güneş doğuyor, sabah açılıyordu, gece oluyor, yıldızlar parlıyordu...Ya dünya bıkmıştı, ya da insanlar... Yazın, kışın, hazanın hiçbir farkı yoktu... Herkes bıkmıştı...Kimisi uyumaktan, kimisi uyanmaktan... Kimisi kadından, kimisi erkekten... herkes iğreniyordu... Herşeyden...
Bu da hayat...
Gaffar efendinin uzak akrabalarından birisi rahmetlik olmuştu. Karı koca cenazeden eve dönüyorlardı. Geceden bir hayli geçmişti, belki de sabaha karşıydı, neyse...
Gaffar efendi kendi aleminde karısıyla yürüyorlardı ki...
Gaffar efendi mahalleye girdiğinde köpeklerin sesi onun moralini bozdu. Köpekler mahalleye birisinin geldiğini hissederek kayboldular. Adam sokak lambasının altından geçerken nedense eti ürperdi. Birkaç adım attıktan sonra durdu. Önce inanamadı, karısına baktı. Kadın titriyordu, belki de korkudan ölmüştü...İkisi de korkudan şaşkındı. İyi ki karısı ayakta ölmemişti, iyi ki karısı o ana Gaffar efendinin yanındaydı, yoksa karkudan öbür dünyalık olacaktı.
″ Aman Tanrım, aman Allahım!
Bütün mahalle dışarıdaydı artık, bütün mahalle( bekçi Mürsel dışında) Gaffar efendinin etrafına toplanmıştı, ama onun komşuları korkudan dışarıya çıkmıyorlardı.
″ Ya burda birisini asmışlar...″
Polisler de gelmişlerdi. Herkes geldi... Herkes şaşkındı...İlgar daha çok...Komşulardan birisi asılmış adama bakarak,
″ Yahu bunun saçı sakalına karışmış, bu korkuluğa benziyor. Seni korkutmak için yapmışlar.
Yok komşu galiba yanılmıştı, asılan korkuluk falan değildi, asılan gerçek insandı, herkesin iyi tanıdığı, herkesin çok sevdiği, herkesin uyuz olduğu, gerçek insan...
Mesi’ nin intiharından sonra mahallenin tadı yoktu, herkes şaşkın ve herkes birbirinden çekiniyordu, herkes birbirinden korkuyordu. Gaffar efendi de değişmişti, sanki bu dünyada yaşamıyordu.
İlgar Gaffar dayıyı yolcu ettikten sonra bir sigara yaktı. Koltuğa oturdu, kültabağını yanına aldı, televizyonda aktör Mikail Mirzeyev sosyalist partisine yazılmış şiiri okuyordu.
... Saat onikiyi gösteriyordu, tam onikiyi. O an dışarıdan bir gürültü sesi duyuldu. İlgar bu sesi tanıyordu, o yüzden korktu. Yerinden fırladı, merdivenlerden bir kat aşağıya indi. Gaffar efendinin kapısı açıktı. Içeride hiç kimse yoktu, içeride korkunç sessizlik hakimdi.
Gaffar efendi kan gölünde yüzüyordu. Ambulans çabucak geldi ve çabucak mahalleyi terketti. Yine kmşular aşağıya indiler, yine feryatlar duyuldu... Birisi kendi kendine konuşuyordu.
″ Vallah, burasının deliler hastanesinden farkı yok, gideceğim burakardan. ″
İlgar yalnızlığa mahkum insanlar gibi odasına çekilmişti. Mikail Mirzeyev hala Sovyet Sosyalist Partisi diyerek yırtınıyordu...
                                                ..........
İlgar yayına hazır yazıları gözden geçiriyordu, gereksizleri çöp kutusuna atıyordu. İlgar kağıtları çöpe attıkça keyif alıyordu ve Mesi’ nin hikayesini hatırlıyordu. Azrail Üşütme’ nin de eli boş döndüğünü gördüğünde çok kızdı. Bu defa kendisi çobanın yanına gelerek adapla selam verdi ve Azrail olduğuna emin olduktan sonra ayaklarına kapanarak yalvarmaya başladı.
″ Kurbanın olayım, sen niye zahmet ettin, haber verseydin, ben kendim gelirdim.
Azrail kalkmasını söyledi ve çoban sürüden güzel bir koç alarak Azrail’ in huzuruna geliyor. Azrail koçu götürmek isterken çoban yalvarıyor ki, nereye lazımsa o götürsün. Önce itiraz etti.Sonra çoban ısrar edince razı oluyor. Onlar bir hayli yol katettikten sonra bir ovada duruyorlar. Azrail artık çobanın gitmesini söylüyor, ama çoban bu defa da onu ikna etmeyi başarıyor.
Azrail çaresiz yine önde, çobansa sırtında koç onun peşinden ovada bir çadıra giriyorlar. Çoban çadıra girdiğinde içeride yakılmış bir sürü mum görüyor, gökteki yıldızları saymak mümkün, ama bunları saymak bile imkansız. Neden bu kadar mum yakıldığını merak ederek Azrail’ den soruyor. Azrail artık çileden çıkıyor ve herşeye çok meraklı olduğunu, fazla ileriye gittiğini söylüyor. Bu mumların sırrının sana söyleyemem.
Çoban eski yalakalığına başlıyor, o kadar yalvarıyor kiAzrail dayanamayıp bu mumların sırrını şöyle açıklıyor;
″ Dünyada ne kadar insan varsa, o kadar da mum yakılmış, onların ömrünü işeretlemek için″
Çoban Azrail’ den kendi mumunu soruyor.Azrail ne kadar itiraz etse bile, çobanın ağlayarak yakarışlarına fazla dayanamayıp onun mumunu gösteriyor. Çoban kendi mumunu daha yeni yakıldığını görüyor ve Azrailden soruyor,
″ Azrail kardeş, şimdi bu mum sonuna kadar bitmeden sen benim canımı almazsın değil mi?
Azrail bu mumların Allah tarafından yakıldığını ve yalnız O’ nun tarafından da söndürüleceğini, O’ nun izni olmadan da hiçbir gücün bunu yapamayacağını söyledi. Çoban gayet rahat ayağa kalkyı, getirdiği koçu tekrar sırtına alarak Azrail’ e,
″ Sana söylemiştim, ben halkın malıyla kendime dost edinenlerden değilim. Kal sağlıcakla! Mumum bittiğinde gelirsin canımı almaya.″
                                       ..............
Börekçi Enver’ i bir gece polisler evinden alarak karakola götürmüşlerdi. Narkotik yüzünden epey cezaevinde kalacak. Bazıları diyor ki, mahalle karılarının bedduası yüzünden Enver’ i içeriye atmışlar, mahalleyi esrar yuvasına çevirmişti.
Enver de böyle kayboldu.
İlgar sonunda eski İlgar olmaya karar vermiş, yeniden eski çalıştığı derginin genel müdürü olmuştu. O artık büyük adamdı. Enver’ e mahkemede yardım edecekti. Çünkü eskiden komşusu, şimdiyse karısı olan Nazlı rica etmişti. O da Nazlı’ yı kırmayacağına söz vermişti.
Nazlı artık süslenerek balkona çıkmıor, kimseti seyretmiyordu. Nazlı İlgar için oğul büyütüyordu, Nazlı İlgar’ ı çok seviyordu...
... Dünyanın öbür ucundan bu ucuna yürüyen karınca artık menzile varmıştı. Dünyanın bu ucunda kendi ölümünü arıyordu. Dünyanın öbür ucu bu ucuna hiç benzemiyordu. Karınca, Allah’ tan, kimseler tarafından ayak altında ezilerek ölmemeyi dilemişti, hiç kimse onu ezmiyordu. Karınca ölümü beklemekten bıkmıştı.
İlgar artık eski fakir İlgar değildi, o artık saygıdeğer işadamı, büyük gazeteci İlgar idi. İlgar tamamen başka bir insandı, belki de hiç insan değildi.
İlgar rüyalarında beyaz dünyanın bembeyaz insanlarını görüyordu. Bembeyaz insanlar baltalarla beyaz dünyanın ağaçlarını kesiyorlardı. İlgar çalışıyordu. Dünyadan ayrılıp dünyanın havasını yutarak çalışıyordu. Arasıra siyah siyah karıncaları görüyordu. Arasıra korkunç hikayeleri hatırlatan geçmişini görüyordu.



AYAKLAR ALTINDA KALIP                          
TAPTANAN KARA KARINCA
ÖMÜRDEN GÜNDEN HABERSİZ
ÇIKMIŞSAN YOLA KARINCA

                                    GÖTÜRDÜN YERİ GÖĞÜ
                                    HER GELEN KAPINI ÇALAR
                                    OMUZDA YÜKÜN BÜYÜĞÜ
                                    DÜŞMÜŞSEN ZORA KARINCA 


                                                                              YOLU, ÇIĞIRI KESDİĞİN
                                                                              BAŞI ÜSTE ESTİĞİN
                                                                              BELKİ ÖLÜMDÜR GEZDİĞİN
                                                                              ÖLÜMSÜZ KALA KARINCA


                                                   ......... SON..........

ÇEVİREN: AZAD ABİLZADE


EYYUB  GİYAS
1968 yılında  Azerbaycan’ ın Sumgayıt şehrinde  dünyaya gelmiştir. M. A. ALİYEVin adını taşıyan Güzel sanatlar üniversitesini bitirdikten sonra Gencler Teatro Cemiyetinin direktörü, “Hazar“ dergisinin redaktörü, “168  Saat“ gazetesinde redaktör yardımcısı ve bir çok başka vazifelerde görev almıştır.Yaratıcılık hayatına 1978 yılında „Güvercin“dergisinde yayınlanmış şiirle merhaba demiş.Onun şiir ve hikayeleri „Azerbaycan“,“Ulduz“,“Genclik“,“Kirpi“ dergilerinde,“Edebiyat ve incesenet “, “Azerbaycan gencleri   
 “Kale“, “Medeniyet" "168 saat ", “Sumgayı t“ ve başka gazetelerde yayınlanmıştır. İlk şiir kitabı "Ben bir sapant taşıyam ki..." adıyla 1996 yılında okurlarıyla buluşmuştur. Yazarın dünya edebiyatından da bir kaç çevirmesi mevcuttur. “Karınca“ kitabı okurlarla ikinci görüşüdür.
Sevdiği rakam 13, sevdiği renk mor, en çok sevdiği şair. Ramiz Rövşendir. Dini İslam, inancı tek olan ALLAH’ tır. Yaşamın anlamını karşılıklı sevgi ve saygıda görüyor. En büyük sevgisi ALLAH’ a, annesine, evlatlarına ve tüm okurlarına...


eyyub_qiyas@mail.ru

Комментариев нет:

Отправить комментарий