UYARI: “Liberalizm kötü ahlâklıdır” demiyorum, su nasıl renk-siz, hava nasıl koku-suz ise liberalizm de öyle ahlâk-sızdır diyorum.
Sunuş: Ben liberalizmin en çok ahlâklı olma ihtimalini sevmiştim. ” Günah işleme özgürlüğü” isimli yazıda savunduğum gibi devletin vicdan rolü üstlenmesine, halkı çocuklaştırmasına karşıyım. Bu sebeple yaklaşık iki yıl önce liberal dostlarıma yazdım ve “Liberal Ahlâk” hakkında kaynak istedim. Çok iyimserdim. Aynı inançları ve değerleri paylaşMAyan insanları ortak bir zeminde buluşturabilmek için liberalizm büyük bir umut teşkil ediyordu gözümde. Özgürlük kavramı zaten sorumluluk olmadan düşünülemezdi. Liberalizmi var gücüyle savunan bunca insan vardı her şeyden önce. Bir yarış arabasına fren sistemi takmayı unutacak kadar delirmiş olabilirler miydi?
Özetle Adam Smith’ten, Mandeville‘den, John Stuart Mill‘e, Hayek‘e,Friedman‘a, Röpke‘ye uzanan, dallanıp budaklanan liberal gelenekte mutabık kalınmış olması gereken, SAPASAĞLAM ve din dışı bir ahlâk zemin arıyordum.
Bugün vardığım nokta bir düş kırıklığından ibaret. John Rawls(1) gibi solcu ve kolektivist liberaller gördüm. (Evet, bu da var!) Immanuel Kant(2), Alexis de Tocqville(3) gibi öldükten sonra devşirilen “liberalleri” gördüm. Bernard Mandeville gibi insandaki kötü huyların bir araya gelip “iyilik” üreteceğini savunanları gördüm. Ama liberal ahlâkı (varsa şayet) göremedim.
Hayek(4), Popper, Berlin her hangi bir ahlâkî zeminin zorunlu olmadığına hükmediyorlar. Mises(4), Rothbard veTürkiye’de Mustafa Akyol (Çatışma mı İşbirliği mi?), Atilla Yayla(Liberal düşüncenin ve Türkiye’nin geleceği), Mustafa Erdoğan (İslam ve Liberalizm) gibi liberallerin ahlâk konulu çabaları ise ortak bir zemin kurmaktan ziyade liberal ilkelerin her hangi bir mevcut (geleneksel, dinî,…) zeminle çatışmadığını savunmaktan ibaret. Nasreddin Hoca gibi herkese “sen de haklısın” diyerek vicdanî, insanî bir düzen kurulabilir mi? Göreceli/çoğulcu ahlâk kürtaja, intihara, çocuk pornosuna, açlığa, şehitliğe, fuhuşa nasıl bakar? Birey’e bu derecede önem veren liberaller başkasının hayatını kurtarmak için kendilerini feda etmeyi (ya da etMEmeyi) hangi ahlâkî çerçeveye koyabilirler?
Şimdi yakından bir bakalım, 1600′lerden 2000′lere “liberal ahlâk” denen şeyin sabitleri nelerdir? Liberal düşüncenin BÜTÜN AHLÂKÎ DAYANAĞININ BİR YANLIŞ ANLAMA ÜZERİNDE DURDUĞUNU söylersek çok mu abartmış oluruz?
Liberalizmin ahlâkî zemini var mıdır?
Liberalizmin çeşitli türleri var ve liberaller neyin ne olduğu konusunda kendi aralarında her zaman hemfikir değiller. Detaylı bilgi isteyenler ünlü Fransız akademisyen Pascal Salin ile yaptığımız söyleşilere, ondan çevirdiğimiz makalelere ve Liberalizmin Ak Kitabı‘na bakabilirler.Ancak genel olarak vergilerin azaltılması, özelleştirme, devletin küçültülmesi, sermaye, mal ve hizmetlerin serbestliği gibi uygulamalar liberal politikaların birer parçası. Akıllıca ve adaletten ödün vermeden uygulandıklarında bu politikalara karşı olMAdığımı da belirteyim bu arada. Ama hangi adalet?
Adaletin, hakların, ahlâkın referansı ne olacak? Piyasa tabi ki! Avusturya Ekolü’nün ünlü ismi Ludwig Von Mises’ten dinleyelim:
“Halk yığınları, oy veren, demokrasilerde hakim olan şu milyonlar bilmeliler ki sahte doktrinlere alet oluyorlar. Sadece Piyasa üzerine kurulu bir toplum onlara arzuladıkları refahı verebilir. Ama halkı ikna etmek için önce elitleri, aydınları ve iş adamlarını ikna etmek gerek.” (12 haziran 1943′te Leonard Read’a (4b) yazdığı mektuptan)
Hukuk devleti, demokrasi, vicdan gibi kavramların karşısına satın alma gücü ile orantılı bir tüketici egemenliği koyuyor liberal doktrin. Liberal politika başka şey, liberal dogmalar, fetişizmler başka.
1980′lerden itibaren işte bu “liberal politikaların” bir çok ülkede uygulandığına tanık olduk. ABD’de Ronald Reagan İngiltere’de Margaret Thatcher, Şili’de Augusto Pinochet, Kanada’da Brian Mulroney ve bütün çelişkilerine rağmen Türkiye’de Turgut Özal… ilham kaynağı? Tek bir isim, Milton Friedman. Koyu bir liberal olan bu Amerikalı “liberal ahlâk” düşüncesinin de adresi. Daha doğrusu 1980′leri 1600′lere bağlayan köprünün, “liberal ahlâk” sabitinin bize yakın olan ayağı. Neden?
Bizzat Milton Friedman’dan dinleyelim:
Videonun çevirisi: “Elimde görmüş olduğunuz şu kurşun kalemin tahtası filan ülkeden, içindeki kurşunu falan bölgeden geliyor. Aynı dili bile konuşmayan, farklı dinlerden olan bu insanlar bir araya gelselerdi birbirlerinden nefret bile edebilirlerdi. Siz bu kurşun kalemi aldığınızda bir kaç saniyeliğine binlerce insanla ticaret yapıyorsunuz. Merkezî bir büro yok, emir-komuta yok. Fiat sisteminin sihirli gücü bu. Bütün bu insanlar bir araya geliyor ve siz bu kalemi çok küçük bir bedel ödeyerek alabiliyorsunuz. İşte bunun için serbest piyasa çok önemli. Sadece verimi arttırmak için değil. Dünyadaki insanların arasında huzuru ve barışı sağlamak için.”
Bütün bu makul ve mantıklı lafların arasına sızmış bir hokkabazlık var, sezebildiniz mi? Ne sihirdir ne keramet, el çabukluğu marifet! Friedman son cümlede piyasa fetişizmini adeta zihnimize enjekte ediyor: Para kazanmak için çalışan insanlar, işçiler, yatırımcılar, tüccarlar bilmeden, hatta istemeden HUZUR ve BARIŞ üretiyorlar(!). Daha doğrusu Piyasa denen “sihirli” varlık sayesinde oluyor. Piyasa neylerse güzel eyler! Bunun için “fetişizm” kelimesi çok uygun bu imanlaşan liberalizme. Zaten bugün de duymuyor muyuz “Piyasaya inanmak lâzım” gibi lâflar?
Tabi aynı doğrultuda Ronald Reagan’ın ilk başkanlık konuşması da dinlenebilir. Örneğin “özgürlük, özeldir, nadirdir. Kırılgandır. Üretime ihtiyaç duyar”demesi! “…Özgürlük korunmaya/saygıya ihtiyaç duyar” diyebilirdi meselâ. Bunun yerine üretim diyor. (Freedom is special and rare. Fragile. It needs production.)
Her iki konuşmadaki gariplik hemen dikkati çekmiyor. Bir ayna tutalım şimdi ve “sihirbazların” hilesini açığa vuralım. Friedman’ın elinde bir el bombası olduğunu düşünün veya Halepçe’de 5000 Kürdün öldürülmesi için kullanılan Alman yapımı bombalardan birini tutmuş olsun:
“Elimde görmüş olduğunuz bu hardal gazı kapsülü sayesinde binlerce Kürd-insan güneşin doğduğunu göremeyecek bir daha. Uluslararası işbirliğinin zaferi bu. Bombanın metal kısmı Romanya’daki demir madenlerinden geliyor. Elektronik aksamı Tayvan yapımı. Montajı Almanya’daki bir fabrikada Türk işçiler tarafından gerçekleştirildi. Kimyasal silahı sivil halkın üzerine atan Mirage jetlerini üreten Fransızlar Katolik ve kullanan Iraklı pilotlar Müslüman. Farklı dilleri konuşan, ayrı dinlerin mensubu bu insanlar bir araya gelseler birbirlerinden nefret bile edebilirlerdi ama birlikte böyle FAYDALI(5) projelere imza attılar. Merkezî bir büro yok, emir-komuta yok. Fiat sisteminin sihirli gücü bu.”
Üretimin, ekonomik serbestliğin özgürlük ve barış getireceğini savunan bu adamların hatası nerede? Piyasa ile, ekonomik faydaile özgürlüğü, barışı, huzuru, ahlâkı, iyiliği birbirine bağlıyorlar, hatta eşitliyor, AYNI-lıyorlar. Liberallerin 3 asırdır hiç bıkmadan yineledikleri bir şeyi tekrar ediyorlar. Tıpkı Bernard Mandeville‘in 1705′te yayınladığı “The Grumbling Hive, or Knaves Turn’d Honest“ adlı metinde savunduğu gibi insanların nefsanî tutkularının, para hırsının birbirini dengeleyeceğini, neticede barış, huzur üreteceğini savunuyorlar:
“O güzelim şarabı eğri büğrü asma bitkisine borçlu değil miyiz? Eğer kendi haline bırakırsanız asmanın dalları birbirine girer. Ama kuru kalmış dalları keserseniz öteki dallar gelişir. Açlık bütün korkunçluğuna rağmen bize yemek yedirmek için gereklidir. Erdem insanların/milletlerin ilerlemesini sağlamaz”(5b, orijinal metin)
İnsan’ı asma dallarıyla, arılarla bir tutan, maddeleştiren, hayvanlaştıran bu bakış açısı elbette çok sakat. İnsan’ı bir amaç değil araç olarak gören bu perspektif, Halepçe’deki Kürtleri FAYDASIZ gören Saddam’ın bakışıyla tıpatıp uyuşuyor. Çünkü “İnsan bir maddedir/ettir” dedikten sonra İnsan’ın insanlığına saygı duymak için hiç bir sebep kalmıyor ortada. Kredi kartı hesabı yoksa tabi… O insanı açlığa, eğitimsizliğe mahkum etmek, çevresini kirletmek, ülkesini savaşa sürüklemek… Hatta FAYDASIZ insanların doğrudan imhası FAYDALI olabiliyor:
“…Bu ise hemen her insanda az veya çok olan para hırsının bir araya toplanıp güçlenmesi, kurumsallaşması, PİYASA-laşmasıdır. Karl Marx’ın deyimiyle İNSAN’ın ŞEYleşmesi, ŞEYlerin İNSANlaşmasıdır. (Bkz. Zina da böyle bir şey işte)
Piyasa’nın ihtiyaçlarıyla insanların ihtiyaçlarını karşı karşıya getirirseniz elbette Piyasa bireyleri ezip geçer. Somut olarak? İnsan’a saygılı şirketler paraya saygılı şirketlerle rekabet edemez. Zira tersine bir açık arttırmadırPiyasa. Para uğruna en fazla fedakârlık yapanın kazanacağı bir yarış. İnsan’a, çalışmaya saygı PİYASA tarafından cezalandırılır. Neticeye (=kâr) saygı ödüllendirilir.…”( Liberalizmin kusurları(2): Çalışan Bireyleri intihara sürükler)
Bu noktada liberal ya da totaliter olmanız hiç fark etmiyor. Yabancı ülkelere silah satabilirsiniz, devlete yük oldukları için FAYDASIZ sakatları, ARTIK FAYDALI OLAMAYAN YAŞLILARI öldürebilirsiniz ya da müşterilerinize FAYDALI olmak için Kürtleri imha edebilirsiniz. Sunuş kısmında dediğim gibi Mandeville’nin insan=madde temelli ahlâk anlayışı(!) Kantçı ahlâk ile taban tabana zıt. (1)
Şimdi bazı liberal dostlarımız söz konusu maddeci saplantının o zamanın koşullarına cevaben oluştuğunu, faturayı liberal ahlâk‘ın TAMAMINA kesmenin haksızlık olacağını söyleyeceklerdir. Olabilir.
Biz de bu sebeple liberal ahlâk’ın geri kalan kısmını taramaya çalışacağız.
Gizli Elin Faydaları
“Gizli Elin” mucidi Adam Smith’ten bu yana liberal düşünce bir çok değişim geçirdi. Fransız ihtilalini, iki dünya savaşını gördü. Ama bu FAYDA yanılgısı hep sabit kaldı kanaatimizce. The Wealth of Nations ile bilinen Adam Smith’in liberal ahlâk teorisini sunduğu diğer önemli eseri The Theory of Moral Sentiments‘i okuyanlar Mandeville’in teorisi ile olan benzerliğe şaşıracaklardır.
Aradan geçen yıllarda liberaller alternatif bir ahlâk teorisi üretebildiler mi? Jeremy Bentham (1748-1832) ve John Stuart Mill(1806-1873) gibi isimlerde de bu faydacı saplantının kök saldığını görüyoruz. Ortaya bazı “teknik” eleştiriler atılıyor ama Henry Sidgwick, Richard Hare, Peter Singergibileri de kendi “faydacı” varyantlarını üretiliyorlar. Yeni bir şey yok. Zaten gelen eleştiriler de maddeci/faydacı perspektifte. Meselâ liberallerin çok sevdiği “sonuç iyiyse eylem kötü bile olsa ahlâken kabul edilebilir” ilkesine haklı olarak şu eleştiri geliyor sık sık: “Ne biliyorsun sebep-sonuç ilişkisinin TAM ORADA bittiğini?” Yani bir hırsız ev sahibini (istemeden) uyandırıp gaz kaçağından ölmesini engellediyse ama kurtulan adam ertesi gün bir başka suça ortak olacaksa…
Özetle maddeci/faydacı perspektifte kalsak dahi Smith, Bentham, Mill, Sidgwick, Hare, Singer vs ile ifade bulan liberal ahlâk çok sağlam bir kuram üretebilmiş değil. Buna bir de gelişen teknoloji ve küreselleşmenin meydan okumasını eklerseniz sadece faydacı argümanlar kullanarak dahi faydacı liberal ahlâk teorisini sarsabilir hatta yıkabilirsiniz. Unutmadan, kurşun kalem (=Piyasa’nın sihirli gücü) sayesinde dünyaya barış geleceğini iddia eden Milton Friedman ile Mandeville’in ve diğer liberal ahlâk teorisyenlerinin aynı yolda olduklarını da zannediyorum yeterince ispat etmiş olduk.
Ama bizim yapmak istediğimiz daha derine inmek, neden bu kadar aklı başında adamın bu zokayı yutabildiğini anlamak.
Çarpıcı olan şu: Liberal düşünürler mutluluk tatmin, fayda, iyilik gibi kelimeleri neredeyse eş anlamlı gibi kullanıyorlar. İngilizlerde “welfare, happiness, utility, satisfaction…”, Fransızlarda “bonheur, utilité, bien être, satisfaction…”.
Dildeki bu yıkım liberal zihinleri bir fikir hapishanesine mahkûm ediyor tabi. Gerçekte MUTLULUK ve TATMİN birbiriyle kesinlikle karıştırılMAması gereken şeyler. (Bkz. Derin İnsan kitabı, insan maymunlaşabilir mi? isimli bölüm) Böyle bir karışıklığın üzerine hiç bir şey inşa etmek mümkün değil. Liberallerin asırlardır süren bocalaması da bunun ispatı.
Liberal politikalar belirlenirken çok sayıda insanı “mutlu” edip az sayıda insanı üzecek şeyler ahlâken doğru kabul ediliyor. Liberal ahlâk tabi. Meselâ yaşlıları, sakatları, akıl hastalarını yok etmek “doğru” olabilir çünkü bu sağlıklı ve genç olan çoğunluğun vergi yükünü hafifletir. Benzer şekilde bir miktar zenci köle çalıştırmak çoğunluğu “mutsuz” etmeyeceğine göre… Liberal Ahlâk denen ölçülebilir, objektif, pozitivist ahlâk(!) fikren o kadar çürük ki eleştirmeye bile gerek yok. Biraz yakından baktınız mı serap gibi, kendiliğinden yok oluyor.
Ayn Rand’a (1905-1982) geldiğimizde yine yeni bir teori yok, kasdettiğim kitapBencilliğin Erdemi (The Virtue of Selfishness: A New Concept of Egoism). Rand teorisine Objektivist Etik adını vermiş ama zaten baştan beri liberal ahlâkın ayakları bu objektivizm betonuna gömülü değil mi? Ölçülebilir, çarpılıp bölünebilir, istatistik-leŞebilir mutluluklar peşinde değil mi ekonomistlerimiz? Pozitivizmin ekonomiye uyarlanması, bu pozitivist ekonomi anlayışının da siyaseti kapsaması değil mi söz konusu olan?
İşte Milton Friedman’ın kurşun kalemi bunun için önemli. Friedman’ın kişisel hatası değil masaya yatırdığımız. Para, borsa ya da uluslararası ticaretin otomatik olarak barış üreteceği yanılgısı, insanlardaki bencilliklerin ve nefsanî tutkuların Piyasa sayesinde aklanıp paklanacağı, toplum için iyilik üreteceği… Liberal Ahlâk’ın ta kendisi!
Liberalizmin en önemli sorunu temel kavramları yanlış isimlendirmesi, daha doğrusu Pozitivizmin kelimeleri ve kavramlarıyla düşün(dür)mesi. (Bkz. Bir pozitivizm eleştirisi adlı kitap). Pozitivizm karşısındaki bu peşin mağlubiyet, bu büyük fikrî zaafiyet sebebiyle liberal düşünce de Sosyalizm ve Faşizm ile aynı çıpaya bağlı bir gemi sanki? Bu “pozitivizm çıpası” insanların FARKLI kavramlara AYNI ismi vermesine sebep oluyor kanaatimizce. İşte FAYDA veMUTLULUK‘un birbiriyle karıştırılması da bu durumun en acı ve en feci örneklerinden biri. Neden?
Fayda üzerine ahlâk teorisi kurmak su üstünde yürümeye benzer
Mühendislik veya işletme okuyanların birinci sene aldıkları dersler arasında makro ekonomi ve mikro ekonomi vardır. Temel ekonomik kavramları, teorileri öğrenirsiniz. Mikro ekonomide öğretilen kavramlar içinde en önemlilerinden biri “fayda” (ing. utility) . Bufayda bireyin tüketeceği mal veya hizmetten elde edeceği memnuniyettir, tatmindir. Ama ekonomik fayda günlük hayattaki “faydalı” şeyler gibi değildir her zaman. Meselâ bir paket sigara ekonomik olarak “faydalıdır”. Adam para verip satın alıyor ya. Yahut aşırı yağlı bir gıda aynı biçimde “faydalıdır”. şeker hastası bile olsanız bir tepsi baklava size “faydalıdır”… Yersen!
Normal. Bir disiplin olarak Ekonomi’nin amacı sağlığı korumak değildir. Doktorlar var bu iş için. Özetle parası olan, satın alma niyetinde olan bir tüketici kendisi için piyasada ne satın alırsa o şey/hizmet o tüketici için faydalıdır.İntihar etmek isteyen için yağlı urgan “faydalıdır”.Kiralık katil veya çocuk fahişeler de “faydalıdır”. Sefalet içindeki insanlar organ mafyasına böbreklerini satsalar böbrek fiatları düşer meselâ. Piyasa bu. Daima işler. Kalplere, doğum tarihlerine ve düşlere aldırmaz.
Anladınız. Piyasa bir makinedir. Renksiz, kokusuz, milletsiz, dinsiz, ilkesiz, yasaksız, mecburiyetsiz ve ahlâksızdır. Çünkü var olma sebebi ARZ ve TALEP‘i buluşturmaktan ibarettir. Ekonomik anlamda “faydalı” olan her şey fiyatı ödendiğinde el değiştirebilir. Bunun için ne liberalleri ne de ekonomistleri suçlayamazsınız. Hani derler ya, “arz-talep meselesi”. Ama zannedilenin aksineARZ ve TALEP birbirini dengelemez her zaman. Bu da liberalizme dair mitolojik bir kabul, bir inançtır. Neden?
Yedikçe acıkıyorum! (Piyasa’nın ölümü)
Bütün yazıda ekonomik anlamda kullandığımız “fayda” kavramı aslında bir modeldir. Yani tüketicinin beklentisi, hazzıdır bir anlamda. Yine Mikro ekonomi dersinde ilginç olan konulardan biri olan “marjinal fayda” analizinden de bahsedelim azıcık. Bu sonuncu (birimin) tüketimin toplam hazza etkisidir. Yani iki porsiyon yoğurtlu İskender yedikten sonra üçüncü bir tabak size bedava bile verilse yemekte zorlanırsınız değil mi? Zaten ikinci tabağın verdiği haz birinciden azdır. Böyle böyle hazzınız azalır ve tüketmeye mecbur edilirseniz son birimler negatif haz yani sıkıntı verir. Üst üste 10 tabak yoğurtlu İskender yediğinizi düşünün. 10cu İskender’in negatif faydası (ızdırabı) ne büyük olacaktır!
Gördüğünüz gibi fayda tüketicilerin piyasa içindeki davranışlarını modellemek için “faydalı”. Ama sihirli bir değnek değil. Eğer faydayı merkeze alacak biçimde ekonomik modeller, kuramlar geliştirseniz çuvallarsınız. Çünkü her mal/hizmet mideye gitmez. Mideyi doldurmak dışında bazı şeyler vardır ki tadına doyulmaz,(kimi) insanın “yedikçe yiyesi” gelir.
Şimdi sıkı durun, biraz ukalalık yapayım: Bazı şeylerinKantitatif Estetik‘i vardır. Yani adamı doyurup bıktırmak şöyle dursun, ne kadar çok olursa o kadar çekicidirler. Meselâ para, altın, lüks mallar böyledir. Tonla parası olsa bile insan daha fazlasına itiraz etmez.
Eflatun’dan Simmel’e kadar çok sayıda düşünür bu noktayı yakalamıştır ama filozof olmaya da gerek yok. Günlük gazetelere bakın. Meselâ Brunei Sultanı Waddaulah’ın 5000 araçtan oluşan otomobil koleksiyonu (parası oldukça) insanın otomobile doymayabileceğini gösteriyor bal gibi. Vertu (=”erdem”) marka pırlanta kaplı cep telefonlarına 80 bin dolar ödeyenler? İstisna mı bu adamlar?
Peki ya süpermarkete girip lazım olmayan bir sürü şeyle çıkanlar? Çantası ve dolapları kullanılmamış rujlar, ojelerle dolu kadınlar? Çalışan televizyonunu atıp son model “dev ekran” TV alan erkekler? Patlayıncaya, tıksırıncaya, çatlayıncaya kadar yemek üzere donattığımız Ramazan(?) sofraları?
Tüketici de insandır!
Fayda tüketici davranışını açıklar ama insan davranışını açıklamaz. Neden kadınlar çantalarını doldururlar ufak tefek cisimlerle? Neden sigara dumanıyla, abur cuburla doldururuz içimizi? Neden bazı insanlar eski gazeteleri atamazlar? Tarihi geçmiş ilaçları? Neden?
”… Annem ve babam kavga edip evde hava gerginleşince, gök başıma düşecek gibi tehditkâr olup kapılar sertçe kapanmaya başlayınca günüm bir boşlukta yüzer gibi olur. Bu boşluğu doldurmak için lavaboyu bile yiyebilirim. Yiyeceklerde eksikliğini duyduğum o ağırlığı buluyorum…. Yiyecek dediğim zaman salata gibi ağırlıksız (/önemsiz) şeylerden bahsetmiyorum. Rüzgâr gibi gelip geçen, sıfırdan bile daha hafif şeyler değil yediklerim…”(Seni Yaratan’ın resmini yapabilir misin William?)
Tüketicinin Hakikat’ini yani İnsan olduğunu göz ardı ettikleri içindir ki liberaller asırlardır bir ahlâk teorisi geliştiremiyorlar. Tüketicinin değil ama İnsan’ın içi boştur. Bu boşluk ona sebebini açıklayamadığı bir korku verir. Bu köpekten, işsizlikten ya da ölümden korkmaya benzemez. Adı Mutlak Korku’dur. (Bkz. Derin İnsan kitabı, Korku Matkabı isimli son bölüm)
Heidegger’in, Kierkgaard’ın, Freud’un teşhis ettikleri “yabancılık-atılmışlık-sürekli gurbette olma” hissi insan Tabiat’ının ayrılmaz bir parçasıdır. Elbette eski çağlarda da vardı bu özellik ama insanların birbirlerine kötülük yapma kapasiteleri teknik olarak çok sınırlıydı.
Bugün hem teknoloji hem de ekonomi çok üstün bir seviyede. En zengin dünyalılar en fakirlere oranla binlerce kez daha zenginler. Küreselleşen bir dünyada günde 1 dolara karın doyuran var, günde onbinlerce dolar kazanan var. Hepimiz aynı Piyasa’da “dans ediyoruz”. Gelişmiş ülkelere ananas uçakla taşınırken fakir halklar susuzluktan ölüyor. Elbette açlık, sefalet her çağda vardı. Ama bizim çağımızda iyi ve kötü ne varsa internet hızıyla, borsa verimiyle dolaşıyor ve bulaşıyor. Aklen bir bebek gibiyiz ama elimizde dolu bir silah var!
Üstelik teknolojinin getirdiği hız sebebiyle İnsan’ın içindeki bu boşluk hissi artmakta. (Bkz. Derin Göz kitabı, Edward Hopper‘a adanmış olan bölüm) Bu boşlukla yaşamayı hatta onu doldurmayı öğrenemediği müddetçe İnsan’ın kendine ve çevresine karşı gitgide daha vurdum duymaz hatta daha saldırgan olması kaçınılmaz.
Bu boşlukla uğraşmayı ertelediği müddetçe Homo-Economicus maymunlaşıyor. (İnsan maymunlaşabilir mi ?) İnsan’ı işçi ve/veya asker gibi gören totaliter rejimler yerlerini liberalizme bırakırlarsa ne olabilir? İnsan’ı tüketici gibi gören liberalizm ne getirir? İktidarı yeni ama fikrî ve ahlâkî zemini eski (ve köhnemiş) olan liberalizm bizim için ne yapabilir? Pozitivist zeminde sosyalizm ve faşizmden hiç bir farkı yok liberalizmin!
İnsan’ın mânâsını görmeyen, onun sadece zahiri yönünü hesaplayan ideolojiler bize ne verebilir? Asker/işçi/üretici/tüketici gibi et mertebesine indirgeyen düşünce sistemleri ancak etimize hitab edebilir. Maymunist imanla ancak buraya kadar gidilebilir. (Maymunist imanla nereye kadar?)
SONUÇ: Liberal ahlâk nedir? Çözüm nedir?
İşlerin yürümesi için uyulan meslekî tüzüktür. Yağlı müşteri bindiği takside cüzdanını düşürünce taksi şöförünün evine kadar gidip geri vermesidir. Racondur. Uyulmasında FAYDA vardır. Ayıpları, yapılmazları vardır. “Ötekilere”göre konumlanır. Kendine özgü bir “iyi” tanımı yoktur. Faydalı ya da faydasızdır.“Kime göre?” bir ahlâktır bu. Aynı “dürüst” taksici uçağını kaçırmak üzere olan bir gurbetçiyi kazıklayabilir. Bu türlü, durumdan FAYDA-lanmanın bir ZARAR’ı yoktur. Çünkü o gurbetçi geri dönüp hakkını arayamaz bir daha.
Liberallerin göreceli ahlâkı aslında ahlâksızlıktır. Liberalizm kötü ahlâklıdır demiyorum, su nasıl renk-siz, hava nasıl koku-suz ise liberalizm de öyle ahlâk-sızdır diyorum.
“Liberal politikalar uygulayalım, devletin EKONOMİ içindeki varlığı, müdahalesi küçültülsün”
”Liberal aygıtlar (piyasa, birey, meslek örgütleri…) gerekli hukuku, iyiliği, ahlâkı üretir, liberal ahlâk herkesi kucaklar, hukuk devletine gerek yok. Devletle beraber adalet sistemi de küçülsün, bankacı, borsacı, iş adamı piyasa yoluyla kendi yasalarını üretir (= VE TOPLUMA DAYATIR)”
Bu ideolojik, şekil almış bir liberalizmdir. Tehlikeli bir delilik halidir. Meslekler, ırklar, kurumlar HUKUK ÜSTÜ bırakılırsa ortaya felaket çıkar. Örnek?
- 1. Militarizm belasından muzdarip olan ülkemizde kimi ordu mensupları hukuk dışı faaliyet gösterme “özgürlüğüne”sahipler. Sonuç ortada.
- 2. İster bir ırk ister bir dini/etnik grup isterse bir meslek erbabı hukuk dışı tutulursa bu felâket doğurur. Naziler Alman ırkını,Komünistler ise işçi sınıfını “üstün” tuttular. Sonuç ortada.
- 3. Gelişmiş ülkeler likidite arzından azamî istifade için bankacıları, iş adamlarını, büyük şirketlerin patronlarını hukukun dışında tuttular. Sonuç ortada.
Elbette ağır bürokrasisiyle merkezî bir devlet bugünün şartlarına uygun değil. Ama yobaz liberalizme, piyasa fetişizmine teslim olmadan, kimseyi hukukun dışında, üstünde görmeden bir çok şey yapılabilir. Bunun en basit şekli de sıradan demokratik mekanizmaların ADAM GİBİ işletilmesidir. Yani basın özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, yerel yönetimlerin güçlenmesi, sivil örgütlenme,… Bunların kök saldığı toplumlarda devlet memurlarının muhtemel kanun dışı girişimleri çabucak ortaya çıkarılabilir ve suçlular ceza görebilir. Devletin küçültülmesi bir amaç değil bir araç olmalı. Kimi alanlarda tam tersine devletin güçlendirilmesi dahi gerekebilir. Zira hukuk mekanizmaları neye karşı direnecekse o şeyden daha güçlü ve hızlı olmak zorundadır.
Dip notlar
(1°) John Rawls liberal midir? Kendisine “liberal” diyen Amerikalılar bu lafı Avrupa’daki solcu/sosyalist anlamında kullanıyorlar. Amerikalı liberaller bizimkilerin aksine sosyal devleti, zenginden daha çok vergi alınmasını ve fakire devlet eliyle destek olunmasını savunuyorlar. Zaten Rawls da teorisini Vietnam savaşı sırasında geliştiriyor. Vatandaşlık haklarının, federal devletin meşruiyetinin tartışıldığı, entelektüel açıdan çalkantılı yıllar. Teorisini kitaplaştırdığı A Theory of Justice’te açık açık sosyal devleti savunuyor adamımız(sayfa 300-310). Hatta şu lafı bile Rawls’ı liberal zanneden liberallerin biraz uyanmaları için faydalı olabilir:
“The difference principle: They are to be of the greatest benefit to the least-advantaged members of society.”
Not: Bazı liberallerin hoşlarına giden her fikri “hah bu da bizden” demesi, sonra kimi liberaller faşist diktatörlere destek olunca “o adam bizden değil” diye zeytinyağı gibi üste çıkmaları son derecede gıcık bir tutum. Yemezler. Bu oynaklık yüzünden liberalizm de gitgide Kemalizm gibi tarif edilemez bir şey halini alıyor, bizden söylemesi.
(2°) Kant’ın Pratik Aklın Eleştirisi adlı eserinde ortaya koyduğu ahlâk zemini iyiliği tek başına bir değer olarak kabul ediyor ve sonuççu (konsekansiyalist) ya da faydacı (utilitarist) arayışları reddediyor. Ama bu kadar aşikâr bir gerçeği görmek genellikle liberallerin işine gelmiyor ve Kant’ın prestijinden istifade etmek için bazen bu büyük düşünürü “liberal” ekibe dahil ediyorlar. “Aydınlanma nedir?” gibi denemelerinde bireysel hakları devletin baskısına karşı savunması belki liberalizm ile paralel kabul edilebilir ama Kant’ı Kant yapan eserlerdeki “özgürlük” kavramı ne o dönemin ne de bugünün liberalleriyle uyum teşkil eder. Adı özgürlükten türemiş bir fikir akımının takipçileri elbette özgürlük tanımı konusunda daha hassas olmalıdır. (Bkz. Derin İnsan kitabı, Fahişelik, şehitlik ve özgürlük isimli bölüm) Bu değerli insanı yani Immanuel Kant’ı liberalizme yamamaya çalışmadan önce liberaller aşağıdaki eserleri okumalı ve aralarında uzunca tartışmalıdır:
- 1. Saf Aklın Eleştirisi, 1781 (Kritik der reinen Vernunft)
- 2. Ahlâk Metafiziğinin Temellendirilmesi, 1785 (Grundlegung zur Metaphysik der Sitten)
- 3. Pratik Aklın Eleştirisi , 1788 (Kritik der praktischen Vernunft)
- 4. Yargı Kabiliyetinin Eleştirisi, 1790 (Kritik der Urteilkraft)
- 5. Ahlâk Metafiziği, 1797 (Metaphysik der Sitten)
(3°) De Tocqueville’in hemen bütün siyasî akımlar, ideolojiler üzerine etkisi olmuştur. Liberalizm de bunların arasındadır. Bu duruma bakarak liberal olduğunu iddia etmek oldukça hatalıdır.
De la démocratie en Amérique(1835) adlı şahane yapıtıyla hâlâ haklı bir üne sahiptir Alexis de Tocqueville. Kamu hukuku konusunda uzmandır. Çalışmalarını, Amerika gezilerini yaptığı dönem Avrupa’nın ihtilaller, savaşlarla çalkalandığı bir dönemdir. Bu eseri okuyanlar “demokrasinin tehlikeleri” konusunda de Tocqueville’in uyarılarına hayret edecekler. Zira bugünkü liberallerin dört elle sarıldıkları bir başka kavramın, birey fetişizminin ve hazcılığın alarmını veriyor de Tocqueville. Bireyi bu derecede yüceltmenin tiranlığa varacağını öngörüyor. Bugün gerek ABD gerekse Avrupa Birliği’ni tehdit eden bu meselenin daha 1800′lerden teşhis edilmesi elbette büyük bir dehanın işareti. Bu büyük düşünür de tıpkı Kant gibi şu veya bu ideolojiye, piyasa-birey fetişizmine alet edilemeyecek kadar kıymetli bir isim ve tabi yazdıkları da. Lütfen liberal kaloriferlere yakıt yapmayalım bu kitapları. Okuyalım, öğrenelim. Esinlenelim. Ama önümüze gelen herkesi liberalizme yamamaktan uzak duralım.
(4°) Siyasî teorileri doğdukları koşulların dışında anlamaya çalışmak büyük hata ama bu hatayı yine Türk liberallerinde yoğun biçimde görüyoruz. Örnek? 1938′de Paris’te toplanan Colloque Walter Lippmann dönemin ünlü “liberallerini” bir araya getiriyor: Friedrich Hayek, Ludwig von Mises, Michael Polanyi, Raymond Aron, Louis Rougier, Jacques Rueff, Walter Lippmann, Wilhelm Röpke, Alexander Rüstow… “Liberal” kelimesini tırnak içinde yazmak lazım zira bu “liberaller” asla bir arada uygulanamayacak fikirleri savunuyorlar, hatta bazıları birbirlerinden nefret ediyor. Röpke ve Rüstow gibi isimler tam rekabet uğruna mirasın ağır biçimde vergilendirilmesinden yanalar meselâ. Hayek’in liberalizmi tam bir kuşatma altında!
Düşünün, ingiltere’de Liberal Parti 1927′de bir “Sarı Kitap” yayınlıyor “Britain’s Industrial Future” adında, yazarı kim? Bizim Keynes! Anti-liberalin teki, Devlet müdahalesini ideoloji haline getiren Keynes! Aynı John Maynard Keynes İngilizliberallerin abidevî gazetesi The Nation’ı da satın almış mı 1922′de? Al sana yandaş medya!
İyi ama neden toplandılar 1938′de böyle bir bayrak altında? Çünkü o dönemin yaygın sloganı “liberalizm öldü”. Liberalizm bugün Komünizmin bulunduğu yerde, dünyada totaliter akımlar zemin kazanıyor, diktatörler, faşistler yükselişte, unutmayın sene 1938. “Liberaller” savunmadalar.
İkinci dünya savaşı başlarında Batı Avrupa da ideolojik bir kutuplaşma içinde. Meselâ Hayek 1940′ta ünlü “Kölelik yolu” (The Road to Serfdom) adlı kitabını yazmaya başladığında London School of Economics ciddî biçimde sosyalist fikirlerin etkisi altında. Nazizmin, sosyalizmin ve çeşitli soslarda her türlü totalitarizmin hem dünyaya hem de zihinlere hakim olduğu bu dönemde Hayek devletin ekonomiye müdahalesinin eninde sonunda bireysel özgürlükleri yok edeceğini anlatıyor, arkadaşlarını bu “zararlı” fikirlerden kurtarmaya çalışıyor. Kitap 1944′te yayınlanmış. 20′den fazla dile çevrilmiş. Yayınlandığı dönemde de Avrupa’ya sefalet hakim ve Avrupalı seçmenlerin önemli bir kısmı komünist ve sosyalist partilere oy veriyor.
Özetle Hayek veya Mises veya bir başkası tarafından ortaya konmuş “liberal ilkeleri” o insanların ülkelerinden, yaşadıkları dönemin korku ve umutlarından ayrı, zaman ve mekânın dışında düşünmek aslında düşünMEmektir. O fikirleri tabulaştırmak, tartışılmaz hale getirmektir. Yukarıda adı geçen liberaller şüphesiz aklı başında, zeki ve meraklı insanlardı. Bugünkü dünyanın halini görselerdi mutlaka yeni fikirler üretirlerdi. Ama bugün hayatta olan liberaller ne yazık ki o dönemin fikirlerine, ahlâk teorilerine saplanıp kalmış görünüyorlar. Liberal fikirler totemleşiyor.
(4b°) Leonard Read ünlü Think Tank FEE’nin (Foundation for Economic Education) kurucusu. FEE liberteryen. Leonard Read, Ludwig von Mises’den ciddi biçimde etkilenmiş, servetinin önemli bir kısmını bu yolda harcamış. “Ben kurşun kalem” (I, pencil) adlı denemesinin makalemizin başında videosunu sunduğumuz Milton Friedman’a ilham kaynağı olması, Friedman’ın da bu kitaba önsöz yazmış olması dikkat çekicidir. Mises-Read-Friedman zinciri ile bir kez daha görüyoruz ki Piyasa Fetişizmi liberal ahlâkın sabitlerindendir.Piyasa’nın ahlâk/iyilik/erdem üretme kapasitesine iman etmek bu “inancın” amentüsü olmuştur. Read’in 30 civarındaki kitabı FEE’nin sitesinden indirilebilir.
( 5°) Bir deli tarafından rehine alınmış 3 çocuğu kurtarmak için 20 polisin hayatını tehlikeye atar mısınız? İyilik/ahlâk/erdem hesaplanabilir şeyler midir?
Faydacı ve sonuççu ahlâk ilkelerinin alternatifi “deontolojik” denen, kökü yunanca ödev/mecburiyetten gelen ilkeler. Deontolojik yaklaşımda saygı, paylaşma, hayat kurtarma gibi değerler kendi başlarına yeterli kabul ediliyor. Bu “mecburiyet/ödev” kanaatimizce liberalizmin ve benzeri ideolojilerin sınırsız özgürlük arayışlarını, piyasa ve birey fetişizmini dengeleyecek kalitededir.
Ne yazık ki günümüzün liberalleri her hangi bir şeye mecbur olmayı sevmiyorlar. “Siz kendinizi bir şeye mecbur edecekseniz buyurun edin, biz özgürüz” makamından çalınan bu şarkılar eninde sonunda ahlâkî rölativizme varıyor. Zina, uyuşturucu kullanma, ateşli silah taşıma, çevreyi kirletme özgürlüğü(!) gibi “hafif” konularda hoşgörü gerekliyse neden ırkçılığa da tolerans göstermeyelim? Meselâ Kürtlerin yada Türklerin girmesinin yasak olduğu okullar liberalizmin rölatif ya da “çoğulcu” ahlâkı ile çeliş-Mİ-yor. Aynı ülkede hatta aynı şehirde başörtülü ve başörtüsüz girmenin yasak olduğu sinemalar, lokantalar, hastahaneler mi olmalı yoksa insanlar birbirlerini anlamak için çaba mı göstermeli?
Gördüğümüz kadarıyla düşünürler ahlâkî meseleler karşısındaki tutumlarına göre 3′e ayrılıyorlar:
- 1) İllâ ki deontoloji = “Doğru olanı yap” (dinî ve/veya felsefî bir temele göre)
- 2) Tamamen faydacı = “Canının istediğini yap, çoğunluğu rahatsız etme, azınlıkları ezebilirsin”
- 3) Biraz deontoloji, biraz da faydacı ahlâkı karıştırıp “sürdürülebilir bir ahlâksızlık” arayışına girmiş olanlar ki buna liberaller optimum deontoloji diyorlar.
Biz bu yazıda sadece 2′yi değil 3 numarayı da eleştiriyoruz. Zira Nasreddin Hoca gibi “ya tutarsa?” diyerek FAYDACILIK gölüne deontoloji mayası katmak saçmadır. “Haftanın ‘P’ ile başlayan günlerinde cinayet işleyebilirsin ama yapmasan daha iyi olur” ilkesinin barışa ve huzura varacağını ummak ise deliliktir.
(5b°) Eski İngilizceden serbest çeviri bana ait, orijinal metin şöyle:
“Do we not owe the Growth of Wine
To the dry, crooked, shabby Vine? [420]
Which, whist its shutes neglected stood,
Choak’d other Plants, and ran to Wood;
But blest us with his Noble Fruit;
As soon as it was tied, and cut:
So Vice is beneficial found, [425]
When it’s by Justice lopt and bound;
Nay, where the People would be great,
As necessary to the State,
At Hunger is to make ‘em eat.
Bare Vertue can’t make Nations live [430]
In Splendour; they, that would revive
A Golden Age, must be as free,
For Acorns, as for Honesty.“
To the dry, crooked, shabby Vine? [420]
Which, whist its shutes neglected stood,
Choak’d other Plants, and ran to Wood;
But blest us with his Noble Fruit;
As soon as it was tied, and cut:
So Vice is beneficial found, [425]
When it’s by Justice lopt and bound;
Nay, where the People would be great,
As necessary to the State,
At Hunger is to make ‘em eat.
Bare Vertue can’t make Nations live [430]
In Splendour; they, that would revive
A Golden Age, must be as free,
For Acorns, as for Honesty.“
…Bu makale ilginizi çektiyse…
Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederekliberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan…
Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur.
1930 model bir ulus-devletin, bir “devlet babanın”çocuklarıyız. Son derecede “Millî” bir eğitim gördük, öğrenim değil. Hayatta işimize yarayacak meslekî bilgileri ya da eleştirel bir bakışı öğrenmedik “millî”okullarda. “Varlığımızı Türk varlığına armağan etmek” için eğitildik, eğilip büküldük.
Liberallerin dilinden düşmeyen “Bireysel haklar ve özgürlükler” bizim gibi Kemalist çamaşırhanelerde yıkanmış beyinler için çok yeni. Türkiye’de yaşayan insanların ulus-devlet boyunduruğundan kurtulmasında önemli bir rol oynuyor liberaller. Biz de bu kitaptaliberalizmin temel tezleriyle uyumlu, bu fikir akımına doğrudan ya da dolaylı destek veren makaleleri birleştirdik. Buradan indirin.
Комментариев нет:
Отправить комментарий